“Şüphesiz ki Türkiye, haklarından vazgeçmediği müddetçe tartışmalı topraklardaki hukuki egemenliğini korumaktadır. Irak’ın bu toprak üzerinde herhangi bir yasal hakkı ya da fetih hakkı mevcut değildir. Düşmanlıklara son verildiğinde, Irak Devleti yoktu. Hakikatte, mevcut haliyle Irak, yalnızca ülkenin üzerinde tartışma olmayan kısmını kapsamaktadır.”
(Musul’la İlgili Milletler Cemiyeti Raporu, 20 Ağustos 1925)
Hukukla siyaset arasındaki dengenin ikincisi lehine en çok bozuk olduğu alan, şüphesiz ki uluslararası ilişkiler. Türkiye’nin Musul’a yönelik operasyondaki rolünün gündeme gelmesiyle başlayan uluslararası hukuk tartışmasını da öncelikle bu hakikati göz önünde tutarak ele almamız gerekiyor. Açıkça yahut ima yoluyla dile getirilen tezler, Irak coğrafyasıyla münasebetlerimizin dününe, bugününe ve geleceğine dönük birbiriyle irtibatlı üç zaman dilimini kapsıyor. Meselenin bugünden yarına uzanan cephesi, çözümleyebilmek için dün yaşananları da hatırlamamız gereken bir bilinmeyenler yumağını önümüze koyuyor. DAEŞ’in Musul ve civarından temizlenmesini takip edecek süreçte nasıl bir Irak ortaya çıkacak?Barzani yönetiminin bağımsızlık talebi biliniyor. Irak’ın diğer unsurları; Sünni Araplar, Türkmenler ve diğerleri kendilerine nasıl bir yol çizmek isteyecekler? Önümüzdeki beş-on yıllık zaman diliminde Irak’ta bütünlüğünü koruyan bir devlet mi, yoksa bileşenlerinin hükümranlık alanlarına ayrılmış bir coğrafya mı göreceğiz?
Bu soruları hafızamızda tutarak “bugün” yüz yüze olduğumuz manzaraya bakalım. Irak devletinin toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu değişik vesilelerle vurgulayan Türkiye, Irak’taki mevcut askeri varlığını kendisinin ve bölgenin güvenliğiyle ilgili hukuki/siyasi argümanlara dayandırıyor. Detaylarına aşağıda değineceğimiz bir çeşit “egemenlik devri mukavelesi” mahiyetindeki 1926 Antlaşması, Türkiye-Irak sınırını bir çizgi değil, 75 kilometrelik bir alan olarak tanımlıyor. 1946 Antlaşması’nda da tekrarlanan hükümlere göre, bu bölgeden Türkiye’ye yapılacak saldırıları Ankara ile işbirliği halinde önlemek ise Bağdat’ın sorumluluğunda. Ancak, PKK’nın Irak’taki kampları sayesinde giriştiği terörist faaliyetlerin tarihi sicili önümüzde duruyor. Terör örgütünün Şengal civarında yeni bir kanton oluşturma arayışı ise, Türkiye’ye yönelik tehdidin artacağına işaret ediyor. Yine Irak’ta sınırlarımıza yakın bir coğrafyayı elinde tutan DAEŞ, Türkiye’yi hedef alan saldırılar düzenlemeyi sürdürüyor.
Irak’taki ‘yönetilemez topraklar’
Bu örgütlere karşı, özel niteliklere haiz bir meşru müdafaa hakkımız söz konusu. Öncelikle terör örgütlerinin uluslararası ilişkilerin/hukukun meşru aktörleri/özneleri olmayışları, meşru müdafaa hakkının devletler arası münasebetlerdeki kullanımından farklı bir durum meydana getiriyor. Bu husus, tehdidin ortadan kaldırılması için somut saldırının bertaraf edilmesiyle sınırlı bir savunma anlayışının ötesine geçilerek, saldırgan örgütün tasfiyesi gayretlerine meşruiyet kazandırıyor. Irak coğrafyasının belirli bölümleri, terör örgütlerinin eline geçerek “yönetilemez toprak” haline gelmiş vaziyette. Bağdat, bu bölgelerden Türkiye’ye yönelen tehdidi ya önleyemiyor ya da engellemek istemiyor. Her iki durum da Türkiye’nin söz konusu örgütlere karşı güvenliğini sağlamak maksadıyla tedbir alma zaruretini ve hakkını doğuruyor.
Terör örgütlerinin yuvalandığı bölgelere operasyon yaparken söz konusu coğrafyalar üzerinde fiilen kullanamıyor olsalar da hukuki egemenliğe sahip devletlerin onayı gerekiyor. Ancak, başta ABD olmak üzere Suriye’de askeri harekat yürüten devletler, bu zorunluluğu yumuşatacak gerekçeler ileri sürerek faaliyet gösteriyorlar. BM Güvenlik Konseyi’nin 2249 sayılı kararının geniş yorumu bunlar arasında yer alıyor. DAEŞ’in kontrol ettiği Irak ve Suriye’deki arazide “bütün gerekli araçlarla” bu örgüte karşı mücadele çağrısı yapılan kararda, Türkiye de DAEŞ tarafından saldırıya uğrayan, dolayısıyla meşru müdafaa hakkına sahip ülkelerle birlikte anılıyor. Bu argümanı henüz kullanmayan Türkiye, Başika’daki askeri varlığının Irak hükümetinin talebi ve onayıyla oluştuğunu söyleyerek pozisyonunu savunuyor.
Egemenlik değişimleri
Türkiye’nin ısrarla üzerinde durduğu ikinci nokta, DAEŞ sonrası Musul’unun mezhep çatışmalarının sahnesi olması ihtimali, insani kaygıların yanı sıra Irak’ın “yarınına” ilişkin yukarıda özetlediğimiz sorularla bağlantılı. Musul’da alevlenecek çatışmalar, Irak’ın parçalanma sürecini hızlandırıcı bir rol oynayabilir. Bu durumun şiddetlendireceği stratejik/jeopolitik rekabet ikliminde meseleye müdahil oluşlarını meşrulaştırmak isteyecek aktörler, muhtelif hukuki/siyasi tezlere başvuracaklardır. Türkiye de bu güçler arasında yer alıyor.
Ankara, farklı tarihsel bağlamlarda Osmanlı Devleti’nin eski toprakları üzerindeki egemenlik değişimleriyle yüzleşti. Böyle dönemlerde, söz konusu coğrafyaların elden çıkışları esnasında imzalanan anlaşmalardaki hükümlerin yeniden değerlendirilmesine dayanan “tarihi haklar”a dair iddialar da kamuoyunun gündemine taşındı. Diplomasimizin bu türden tezlere uluslararası toplum önünde “resmen” başvurduğu en önemli örnek Kıbrıs meselesidir. 29 Ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında toplanan Londra Konferansı’nda, Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs’la ilişkimizi kesen uluslararası anlaşmaların ilgili hükümlerini yorumlayarak İngilizlerin çekilmesi durumunda Ada’nın tamamının Türkiye’ye iadesini talep etmişti.
Irak Devleti’nin eski Musul vilayetimiz üzerindeki egemenliğinin ortadan kalkacağı bir senaryoda, Irak’la bugünkü sınırımızı çizen Milletler Cemiyeti’ndeki maceramız da ister istemez yeniden hatırlanacaktır. Musul’un Mondoros hükümlerine aykırı biçimde işgalinden başlayıp Milletler Cemiyeti’nin nihai kararına kadar geçen zaman zarfında yaşananlar, kuvvet sahiplerinin hukuku araçsallaştırarak iradelerini nasıl kabul ettirdiklerini gösteren hazin bir örnektir. Söz konusu süreçteki adaletsizliklere rağmen ortaya çıkan sonuç hukuken geçerli sayılsa da herkesin tarihe dayalı iddialarla arzı endam edeceği yeni bir hak arama konjonktüründe tüm tartışmalı meselelerin bir kez daha mercek altına yatırılması doğaldır.
Bağdat’ın eski Musul vilayetimiz üzerindeki egemenliğinin ortadan kalkacağı senaryoda, bugünkü sınırları çizen Milletler Cemiyeti’ndeki maceramız yeniden hatırlanacaktır.
Bu cümleden olmak üzere; 1925’te Musul’da incelemeler yapan Milletler Cemiyeti (MC) Komisyonu’nun hazırladığı rapor, önemli bir tarihsel malzeme hüviyetini taşıyor. Her ne kadar raporun sonuçları İngilizlerin beklentileri doğrultusunda yönlendirilmiş olsa da, Türkiye’nin “tarihi haklar” tezini destekleyen pek çok husus bu metin aracılığıyla MC/BM’nin uluslararası hukuk arşivine dahil edilmiştir. Raporda, İngilizlerin MC Heyeti’ni yönlendirmek için ahali üzerinde kurdukları baskıya dair şahitliklerden bölgedeki Türk varlığı ve Türkiye sempatisine kadar pek çok önemli tespit yer almakta, netice olarak sunulan üç seçeneğin ikisinde ise Musul’un Türkiye’ye bırakılması teklif edilmektedir. Bunlardan biri, Musul vilayetini kapsayan “tartışmalı toprakların” bütün halinde, diğeri de Küçük Zap’ın kuzeyindeki arazinin Musul ve Erbil’i kapsayacak şekilde Türkiye’ye iadesini öngören tavsiyelerdir.
Referandum talebine ret
MC’nin Musul Komisyonu üyesi Kont Teleki, 27 Ocak 1925’te, heyette yardımcı olarak bulunan Cevat Paşa ile Musul’da yürüyüşe çıkar. Cevat Paşa’nın üzerinde Türk üniforması vardır. Daha ana caddeye ulaşmadan bir grup Arap etraflarını sarar ve Cevat Paşa’nın elini öpmek için kuyruk oluşturur. Sayıları bir anda iki yüzü bulur. “Yaşasın Türkiye” sloganları atmaktadırlar. Pazar yerine geldiklerinde grup daha da büyür. Bir müddet sonra İngiliz polisi müdahale eder. Kenara çekilenler sopalarla dövülür. Kalabalık dağıtılmaya çalışılır. Kont müdahale eder. Hükümet konağına, oradan da ikametlerine uzanan yürüyüşte Musullular, İngiliz polisine rağmen Komisyon üyelerine eşlik etmeyi sürdürürler. Raporda yer alan bilgilere göre, gösteriye katılanlar daha sonra tutuklanır. Heyetin hareketleri polis takibi altına alınır. Heyete yardımcı olan Türk görevlilerden ikisi de hapsedilir. Türkler, ancak Komisyon’un faaliyetlerini durdurma tehdidi üzerine serbest bırakılırlar.
Yaklaşık sekiz yüz kişi ile konuşularak hazırlanan Milletler Cemiyeti Komisyonu raporunun muhtelif yerlerinde, İngiliz baskısının yarattığı etkiye dikkat çekilmektedir. Heyetle buluşanlar takibat korkusu yaşamışlardır. Görüşmelerde bazıları bir yandan Türkiye yanlısı gerçek tutumlarını usulca belirtirlerken diğer yandan da kendilerini kapıda bekleyenlerin duyabileceği yüksek bir sesle Irak’tan yana olduklarını beyan etmeye mecbur hissetmişlerdir. Irak’a katılmaya taraftar olduklarını bildirmeye geldiklerini söyleyen kimi heyetler, özel görüşmeye geçildiğinde Türkiye’nin inanmış destekçileri olduklarını ifade etmişlerdir. Raporda, temsilcileri Irak lehine tavır koyan bir mahalledeki köylülerin, Komisyon’daki Türk yardımcı ile karşı karşıya gelince yaşadıkları sevince ibretlik bir örnek olarak yer verilmektedir.
Musul halkındaki Türkiye sevgisinin farkında olan İngiltere, bölgede referandum yapılması taleplerine şiddetle karşı çıkmıştır. Ankara, “Halkların kendi kaderini tayin hakkı”ndan söz edilecekse sandığa danışılmasını ister. Nitekim daha önce Yukarı Silezya, Saar Havzası, Doğu Prusya’daki bazı araziler, Schleswig ve Klagenfurt bölgeleriyle ilgili ihtilaflarda referandum yöntemi kullanılmıştır. “Aksi takdirde” der Ankara; “Doğu halkları, niçin Avrupa halklarından ayrı muamele görmeleri gerektiğini anlayamayacaktır.” İngilizlerin cevabına emperyalizmin dünyayı hiyerarşik olarak tasnif eden mantığı hakimdir. İngilizler, “yüksek bir eğitim düzeyine ve medeniyete erişmiş toplumlarda yapılanlar dışında” referandumun uygun sonuçlar vermeyeceğini ileri sürerler. “Eğitimsiz seçmenler stratejik, coğrafi, ekonomik ve idari faktörlere yeterli önemi vermeyeceklerdir.” Ayrıca referandum kararının alınmasıyla başlayacak Türk kampanyasının Irak hükümetini aciz bırakmasından endişe ettiklerini de eklerler.
İngilizler, ‘yüksek bir eğitim düzeyine ve medeniyete erişmiş toplumlarda yapılanlar dışında’ referandumun uygun sonuçlar vermeyeceğini ileri sürmüştür.
Referandumu reddeden İngilizler, Komisyon’un Musul’daki nüfusun etnik dağılımı üzerinden Irak lehine bir değerlendirme yapmasını beklemekteydiler. Wilson ilkelerinde de kendisini gösterdiği gibi, 1. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası düzen, etnik kimlikler arasındaki farklılıkların doğal karşıtlıklar anlamına geldiği ve her etnisitenin yalnızca kendi devletinin çatısı altında yaşamak istediği varsayımına dayandırılmaktaydı. Bu anlayışa göre; Türkler, Avrupalı benzerleri gibi muhtelif kimlikleri devletlerinin çatısı altında sadece zorla tutabilmekteydiler. Fırsat bulanlar, “milletler hapishanesini” hemen terk edeceklerdi. Bu yüzden Komisyon’un raporu, Musul’da yaşayan unsurların köken ve âidiyetlerine ilişkin uzun antropolojik, linguistik ve tarihi referansların resmî geçidi gibidir. İlgili sayfalarda, Türk idaresinin bölgedeki bin yılı aşkın tarihi paranteze alınmaya çalışılırken, Asur ile Babil arasındaki sınırın nereden geçtiğine dair münakaşalara yer verilişi, okuyucuları ister istemez gülümsetmektedir.
Milletler Cemiyeti Komisyonu’nun Musul raporuna göre; sahada karşılaşılan gerçeklik, yeni uluslararası düzenin varsaydığı sosyolojiyle uyuşmamaktadır. Etnik kimlikler ve âidiyetler mevcut olmakla birlikte bunlar “ya, ya da”dan çok “hem, hem de” mantığına dayanmaktadır. Bu sebeple etnik Türk sayılmayan kesimlerin Türkiye’yi destekleyişleri “şaşırtıcı” bulunmaktadır. Tarihin tezgâhı bu coğrafyada Avrupa’dakinden farklı bir millet kumaşı dokumuştur. Tüm gruplar bir miktar diğerleriyle karışmış vaziyettedir. Etnik âidiyetler siyasi kararlar üzerinde bire bir belirleyici değildir. Aslında İngilizler’in “eğitimsiz” saydığı Musullular, ticari menfaatlerinden Türk idaresiyle ilgili olumlu hafızanın tezahürlerine kadar bir dizi sebeple gayet “rasyonel” tercihlerde bulunmaktadır.
Komisyon, bölge ahalisinin Türkiye’ye katılma isteğine dair bulgularını rapordaki pasajlara şöyle yansıtır: Bir kere bölgenin şehirlerinde bariz bir Türk varlığı mevcuttur…
“(Musul’dan Kerkük ve ötesine uzanıp) Ana cadde olarak anılan güzergah üzerindeki kasabalarda yaşayan nüfusun temel soyunun Türk olduğu hususunda şüphe bulunmamaktadır. İleri gelenler Türk’tür ve inceleyebildiğimiz evlerin çoğunda aile üyeleriyle Türkçe konuşmaktadırlar. Kerkük’te Hristiyanların bile kendi aralarında Türkçe konuştuklarını zikredebiliriz... Erbil yedi mahalleye bölünmüştür. Bu mahallelerin muhtarlarıyla mülakat yaptık. Milliyetlerinin ne olduğunu sorduğumuzda; beşi Türk olduklarını, biri Kürt olduğu kadar Türk olduğunu, biri de Yahudi olduğunu söyleyerek cevap verdi... Türkçe, ana cadde boyunca öneme sahip her yerleşimde konuşulmaktadır... Küçük Altın Köprü Kasabası kesinlikle Türk’tür. Tuz Hurmatlı nüfusu birkaç Yahudi aile dışında tamamen Türk yahut Türkmendir... Kara Tepe nüfusunun yüzde 75 oranında Türk/Türkmen olduğunu tahmin ediyoruz... Taza Hurmatli ve Tauk çoğunlukla Türk’tür.” Ayrıca, “kendilerini Arap olarak niteleyen (bazıları), Türk kökenli olduklarının farkındalar.”
Rapora göre, bölgede Kürtleşmiş Türkler de bulunmaktadır:
“... Onlar (Türkler) ana cadde boyunca çiftliklerde de mevcutlar, bunların çoğunun sahibi Türk eşraftır... İki milletin bu toprak üzerinde çok yakından ilişkili olduğu gerçeği göz önünde tutulduğunda (Türklerin) Kürtleşmesi çok hızlı ilerlediğine inandığımız doğal bir süreçtir. Daha önce de söylediğimiz gibi şehirlerdeki Türk ileri gelenleri bile sık sık Kürt hanımlarla evlenmektedir.”
Yezidilerin Türkiye tercihi
İngilizler, Musul’la Türkiye arasındaki bağları zayıf göstermek amacıyla Türkmenler’in ve Kürtler’in kökenlerine dair spekülatif tezler ileri sürerler. Londra’ya göre, Tel Afer’de konuşulan Türkçe’nin İstanbul lehçesinden çok Çağatay lehçesine benzeyişi gibi hususlar sebebiyle Türkmenler Osmanlı değildir. Bu yüzden Türkler’den ayrı bir milliyet olarak değerlendirilmeleri gerekir. MC Komisyonu, bu temelsiz iddiaları ciddiye almaz. Kürtlerin Turanîliği/İranîliği tartışmasının hedefi de aynıdır. Rapordaki kayıtlara göre; İngiliz akademyasının ürettiği prestijli Encyclopedia Britannica’da ve yine İngiliz Dış İlişkiler Ofisi Tarih Bölümü tarafından 1920’de basılan El Kitabı’nda Kürtlerin atası sayılan toplulukların Turan kökenli oldukları bilgisi yer almaktadır. Türkiye’nin bu kaynaklara yaptığı atıflara İngiltere “Britannica’nın yanılmaz olmadığını”söyleyerek itiraz etmiştir. Nitekim bu “yanlış” daha sonra düzeltilecektir. Britannica’nın ilerleyen baskılarındaki değişiklikler İngiliz emperyal siyasetinin icaplarının oryantalist çalışmaları nasıl yönlendirdiğine iyi bir örnek teşkil ediyor. MC Komisyonu’nun ulaştığı şu hüküm Kürtlere yönelik İngiliz propagandasının arkasındaki “kaygıları” özetliyor: “Eğer Kürtlere yerel yönetimle ilgili bazı garantiler verilmezse bu halkın çoğunluğu Türk egemenliğini Arap egemenliğine tercih edebilir.”
“... Sınır bölgesinden Türkiye’ye yönelik silahlı faaliyetlerin önleneceğine dair taahhüdün yerine getirilmeyişi egemenlik devri sözleşmesinin ihlali anlamına geliyor.”
Peki, Araplar Arap egemenliği hakkında ne düşünüyorlardı? Komisyon, Arap ahalideki Türkiye sempatisini şu cümlelerle tespit etmiş: “Çok sayıda Arap özellikle fakir sınıflar Türk taraftarı. Zaman zaman sempatilerini dokunaklı ifadelerle gösteriyorlar.” “En sıkı milliyetçi Araplar Türkiye’yi yabancı kontrolü altındaki bir Irak’a tercih edeceklerini söylüyorlar.” Yezidilerin Türkiye’yi tercih edişleri Komisyon için daha şaşırtıcı olmuştur. Yahudiler ve Hristiyanlar da İngiliz idaresinin devamı seçeneği hariç Irak’ı değil, Türkiye’yi istemişlerdir.
Irak ve ‘tartışmalı topraklar’
Raporda, Irak’ı destekleyenlerin ise Arap Krallığı ile herhangi bir dayanışma duygusu içinde olmadıkları, kararlarını manda yönetiminin devamı ihtimaline ve ekonomik beklentilere göre şekillendirdikleri belirtiliyor. Bu iki faktör olmasaydı danışılan kişilerin Türkiye’yi tercih edecekleri söyleniyor: “Irak’a dair ulusal bir hissiyat söz konusu değil... Bütün olarak ele alındığında Irak lehine ifade edilen fikirler çoğunlukla ortak bir vatanseverlikten ziyade özel çıkarlara ya da topluluk menfaatlerine dayanıyor.” Bu yüzden de “Eğer manda yönetimi kısa sürede sona erecekse Irak devleti taraftarlarının çoğu Türkiye’ye iade edilmeyi ister.”
Görüldüğü gibi Milletler Cemiyeti Heyeti dönemin uluslararası hukuk sisteminde sınırların yeniden çizilmesiyle ilgili güçlü bir ilke olarak benimsenen “halkların kendi kaderini tayini”ne esas oluşturabilecek şartlar açısından Musul’un Türkiye’ye bırakılması gerektiğini ifade ediyor. Komisyon, aşağıdaki pasajlardan anlaşılacağı üzere Musul’un uluslararası hukuk açısından Türkiye’ye ait olduğunu vurgularken, Ankara’nın bölge üzerindeki egemenliği ile bu ilke arasında herhangi bir uyumsuzluktan ima yoluyla da olsa söz etmiyor. Aksine, Musul’un Irak’a bırakılışını azınlıklar ile İngiliz hükümetinin isteğine uygun olarak sadece manda yönetiminin devamı gibi geçici siyasi şartlara bağlıyor. Manda idaresi son bulacaksa Musul meselesi için en uygun çözüm olarak bölgenin Türkiye’ye iadesini öngörüyor: “Komisyon hukuki açıdan, bu güç haklarından feragat edene kadar tartışmalı toprakların Türkiye’nin tamamlayıcı bir parçası olarak kabul edilmesinin zorunlu olduğu düşüncesindedir. Irak, ne fetih hakkını ne de herhangi bir başka yasal hakkı ileri sürerek tartışmalı toprakları isteyemez.”
“(Eğer manda yönetimi kısa sürede sona ererse) Türkiye’nin iç ve dış siyasi vaziyeti kendi haline bırakılmış bir Irak karşısında kıyasa yer vermeyecek derecede istikrarlı olduğu için Musul vilayetini Türk egemenliğine bırakmak daha iyi olacaktır.”
Bu cümleleri epigraftaki paragrafla birleştirdiğimizde, raporun müstakbel tartışmalarda hukuk tekniği açısından önem taşıyabilecek ne kadar değerli verileri kayıt altına aldığına bir kez daha şahit oluyoruz. Örnek vermek gerekirse; Milletler Cemiyeti Komisyonu, Irak Devleti’ni iki parçalı bir yapı olarak tanımlıyor: Devletin uluslararası hukuk açısından doğduğu Irak toprakları ile sonradan eklenen “tartışmalı topraklar/Musul”.
Bir başka dikkat çekici nokta da ne fiili İngiliz işgalinin ne de Milletler Cemiyeti kararının Türkiye’nin Musul’daki hukuki egemenliğini ortadan kaldıramayacağının vurgulanmasıdır. Komisyonun yorumuna göre, Türkiye’nin Musul’daki egemenliği ancak bu yönde yapılacak açık bir irade beyanıyla devredilebilir. Bu durum Türkiye, İngiltere ve Irak arasında 1926’da imzalanan antlaşmadaki hükümleri egemenlik devrinin şartlarına dönüştürmektedir. Dolayısıyla bir çizgi değil, 75 km derinliğinde bir alan olarak tanımlanan sınır bölgesinden Türkiye’ye yönelik silahlı faaliyetlerin önleneceğine dair taahhüdün yerine getirilmeyişi de egemenlik devri sözleşmesinin ihlali anlamına geliyor. Irak’ın eski Musul vilayetimizdeki hakimiyetini yitirebileceği gelecek senaryolarında, ardıllık/halefiyetle ilgili diğer hukuki meselelerle birlikte bu ve benzeri başka hususlar Türkiye’nin “tarihi haklara” ilişkin iddialarının dayanakları arasında yer alabilir.
“Dikkat çekici bir nokta da ne fiili İngiliz işgalinin ne de Milletler Cemiyeti kararının Türkiye’nin Musul’daki egemenliğini ortadan kaldırmayacağının vurgulanmasıdır.”
Son olarak, başa dönmek ve yazılarımın girişinde işaret ettiğim hukuk-siyaset ilişkisini bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Dünya sistemi sancılı bir mecraya doğru akarken, yarınlar için dünü daha çok konuşmamız gereken bir döneme girdiğimiz de muhtemel iddialarımızın “tarihi/hukukî” dayanaklarıyla ilgili hazırlıklarımızı eksiksiz yapmamız gerektiği de doğru. Bununla birlikte en haklı tezlerin bile ancak küresel, bölgesel ve yerel güç dengeleri ile uluslararası düzene hakim genel iklimin çerçevesini çizdiği reelpolitik/stratejik zemin elverişli olduğunda yahut cesaretle aklı birleştiren hamlelerle elverişli hale getirildiğinde karşılık bulabileceğini unutmamalıyız. Türkiye’yi, tüm bu değişkenleri de gözeterek adımlaması gereken uzunca bir “süreç” bekliyor.