18 Kasım 2016 Cuma

Musul meselesi uluslararası hukuk ve ‘tarihi haklar’

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

“Şüphesiz ki Türkiye, haklarından vazgeçmediği müddetçe tartışmalı topraklardaki hukuki egemenliğini korumaktadır. Irak’ın bu toprak üzerinde herhangi bir yasal hakkı ya da fetih hakkı mevcut değildir. Düşmanlıklara son verildiğinde, Irak Devleti yoktu. Hakikatte, mevcut haliyle Irak, yalnızca ülkenin üzerinde tartışma olmayan kısmını kapsamaktadır.”

(Musul’la İlgili Milletler Cemiyeti Raporu, 20 Ağustos 1925)

Hukukla siyaset arasındaki dengenin ikincisi lehine en çok bozuk olduğu alan, şüphesiz ki uluslararası ilişkiler. Türkiye’nin Musul’a yönelik operasyondaki rolünün gündeme gelmesiyle başlayan uluslararası hukuk tartışmasını da öncelikle bu hakikati göz önünde tutarak ele almamız gerekiyor. Açıkça yahut ima yoluyla dile getirilen tezler, Irak coğrafyasıyla münasebetlerimizin dününe, bugününe ve geleceğine dönük birbiriyle irtibatlı üç zaman dilimini kapsıyor. Meselenin bugünden yarına uzanan cephesi, çözümleyebilmek için dün yaşananları da hatırlamamız gereken bir bilinmeyenler yumağını önümüze koyuyor. DAEŞ’in Musul ve civarından temizlenmesini takip edecek süreçte nasıl bir Irak ortaya çıkacak?Barzani yönetiminin bağımsızlık talebi biliniyor. Irak’ın diğer unsurları; Sünni Araplar, Türkmenler ve diğerleri kendilerine nasıl bir yol çizmek isteyecekler? Önümüzdeki beş-on yıllık zaman diliminde Irak’ta bütünlüğünü koruyan bir devlet mi, yoksa bileşenlerinin hükümranlık alanlarına ayrılmış bir coğrafya mı göreceğiz?

Bu soruları hafızamızda tutarak “bugün” yüz yüze olduğumuz manzaraya bakalım. Irak devletinin toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu değişik vesilelerle vurgulayan Türkiye, Irak’taki mevcut askeri varlığını kendisinin ve bölgenin güvenliğiyle ilgili hukuki/siyasi argümanlara dayandırıyor. Detaylarına aşağıda değineceğimiz bir çeşit “egemenlik devri mukavelesi” mahiyetindeki 1926 Antlaşması, Türkiye-Irak sınırını bir çizgi değil, 75 kilometrelik bir alan olarak tanımlıyor. 1946 Antlaşması’nda da tekrarlanan hükümlere göre, bu bölgeden Türkiye’ye yapılacak saldırıları Ankara ile işbirliği halinde önlemek ise Bağdat’ın sorumluluğunda. Ancak, PKK’nın Irak’taki kampları sayesinde giriştiği terörist faaliyetlerin tarihi sicili önümüzde duruyor. Terör örgütünün Şengal civarında yeni bir kanton oluşturma arayışı ise, Türkiye’ye yönelik tehdidin artacağına işaret ediyor. Yine Irak’ta sınırlarımıza yakın bir coğrafyayı elinde tutan DAEŞ, Türkiye’yi hedef alan saldırılar düzenlemeyi sürdürüyor.

Irak’taki ‘yönetilemez topraklar’

Bu örgütlere karşı, özel niteliklere haiz bir meşru müdafaa hakkımız söz konusu. Öncelikle terör örgütlerinin uluslararası ilişkilerin/hukukun meşru aktörleri/özneleri olmayışları, meşru müdafaa hakkının devletler arası münasebetlerdeki kullanımından farklı bir durum meydana getiriyor. Bu husus, tehdidin ortadan kaldırılması için somut saldırının bertaraf edilmesiyle sınırlı bir savunma anlayışının ötesine geçilerek, saldırgan örgütün tasfiyesi gayretlerine meşruiyet kazandırıyor. Irak coğrafyasının belirli bölümleri, terör örgütlerinin eline geçerek “yönetilemez toprak” haline gelmiş vaziyette. Bağdat, bu bölgelerden Türkiye’ye yönelen tehdidi ya önleyemiyor ya da engellemek istemiyor. Her iki durum da Türkiye’nin söz konusu örgütlere karşı güvenliğini sağlamak maksadıyla tedbir alma zaruretini ve hakkını doğuruyor.

Terör örgütlerinin yuvalandığı bölgelere operasyon yaparken söz konusu coğrafyalar üzerinde fiilen kullanamıyor olsalar da hukuki egemenliğe sahip devletlerin onayı gerekiyor. Ancak, başta ABD olmak üzere Suriye’de askeri harekat yürüten devletler, bu zorunluluğu  yumuşatacak gerekçeler ileri sürerek faaliyet gösteriyorlar. BM Güvenlik Konseyi’nin 2249 sayılı kararının geniş yorumu bunlar arasında yer alıyor. DAEŞ’in kontrol ettiği Irak ve Suriye’deki arazide “bütün gerekli araçlarla” bu örgüte karşı mücadele çağrısı yapılan kararda, Türkiye de DAEŞ tarafından saldırıya uğrayan, dolayısıyla meşru müdafaa hakkına sahip ülkelerle birlikte anılıyor. Bu argümanı henüz kullanmayan Türkiye, Başika’daki askeri varlığının Irak hükümetinin talebi ve onayıyla oluştuğunu söyleyerek pozisyonunu savunuyor.

Egemenlik değişimleri

Türkiye’nin ısrarla üzerinde durduğu ikinci nokta, DAEŞ sonrası Musul’unun mezhep çatışmalarının sahnesi olması ihtimali, insani kaygıların yanı sıra Irak’ın “yarınına” ilişkin yukarıda özetlediğimiz sorularla bağlantılı. Musul’da alevlenecek çatışmalar, Irak’ın parçalanma sürecini hızlandırıcı bir rol oynayabilir. Bu durumun şiddetlendireceği stratejik/jeopolitik rekabet ikliminde meseleye müdahil oluşlarını meşrulaştırmak isteyecek aktörler, muhtelif hukuki/siyasi tezlere başvuracaklardır. Türkiye de bu güçler arasında yer alıyor.

Ankara, farklı tarihsel bağlamlarda Osmanlı Devleti’nin eski toprakları üzerindeki egemenlik değişimleriyle yüzleşti. Böyle dönemlerde, söz konusu coğrafyaların elden çıkışları esnasında imzalanan anlaşmalardaki hükümlerin yeniden değerlendirilmesine dayanan “tarihi haklar”a dair iddialar da kamuoyunun gündemine taşındı. Diplomasimizin bu türden tezlere uluslararası toplum önünde “resmen” başvurduğu en önemli örnek Kıbrıs meselesidir. 29 Ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında toplanan Londra Konferansı’nda, Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs’la ilişkimizi kesen uluslararası anlaşmaların ilgili hükümlerini yorumlayarak İngilizlerin çekilmesi durumunda Ada’nın tamamının Türkiye’ye iadesini talep etmişti.

Irak Devleti’nin eski Musul vilayetimiz üzerindeki egemenliğinin ortadan kalkacağı bir senaryoda, Irak’la bugünkü sınırımızı çizen Milletler Cemiyeti’ndeki maceramız da ister istemez yeniden hatırlanacaktır. Musul’un Mondoros hükümlerine aykırı biçimde işgalinden başlayıp Milletler Cemiyeti’nin nihai kararına kadar geçen zaman zarfında yaşananlar, kuvvet sahiplerinin hukuku araçsallaştırarak iradelerini nasıl kabul ettirdiklerini gösteren hazin bir örnektir. Söz konusu süreçteki adaletsizliklere rağmen ortaya çıkan sonuç hukuken geçerli sayılsa da herkesin tarihe dayalı iddialarla arzı endam edeceği yeni bir hak arama konjonktüründe tüm tartışmalı meselelerin bir kez daha mercek altına yatırılması doğaldır.

Bağdat’ın eski Musul vilayetimiz üzerindeki egemenliğinin ortadan kalkacağı senaryoda, bugünkü sınırları çizen Milletler Cemiyeti’ndeki maceramız yeniden hatırlanacaktır. 

Bu cümleden olmak üzere; 1925’te Musul’da incelemeler yapan Milletler Cemiyeti (MC) Komisyonu’nun hazırladığı rapor, önemli bir tarihsel malzeme hüviyetini taşıyor. Her ne kadar raporun sonuçları İngilizlerin beklentileri doğrultusunda yönlendirilmiş olsa da, Türkiye’nin “tarihi haklar” tezini destekleyen pek çok husus bu metin aracılığıyla MC/BM’nin uluslararası hukuk arşivine dahil edilmiştir. Raporda, İngilizlerin MC Heyeti’ni yönlendirmek için ahali üzerinde kurdukları baskıya dair şahitliklerden bölgedeki Türk varlığı ve Türkiye sempatisine kadar pek çok önemli tespit yer almakta, netice olarak sunulan üç seçeneğin ikisinde ise Musul’un Türkiye’ye bırakılması teklif edilmektedir. Bunlardan biri, Musul vilayetini kapsayan “tartışmalı toprakların” bütün halinde, diğeri de Küçük Zap’ın kuzeyindeki arazinin Musul ve Erbil’i kapsayacak şekilde Türkiye’ye iadesini öngören tavsiyelerdir. 

Referandum talebine ret

MC’nin Musul Komisyonu üyesi Kont Teleki, 27 Ocak 1925’te, heyette yardımcı olarak bulunan Cevat Paşa ile Musul’da yürüyüşe çıkar. Cevat Paşa’nın üzerinde Türk üniforması vardır. Daha ana caddeye ulaşmadan bir grup Arap etraflarını sarar ve Cevat Paşa’nın elini öpmek için kuyruk oluşturur. Sayıları bir anda iki yüzü bulur. “Yaşasın Türkiye” sloganları atmaktadırlar. Pazar yerine geldiklerinde grup daha da büyür. Bir müddet sonra İngiliz polisi müdahale eder. Kenara çekilenler sopalarla dövülür. Kalabalık dağıtılmaya çalışılır. Kont müdahale eder. Hükümet konağına, oradan da ikametlerine uzanan yürüyüşte Musullular, İngiliz polisine rağmen Komisyon üyelerine eşlik etmeyi sürdürürler. Raporda yer alan bilgilere göre, gösteriye katılanlar daha sonra tutuklanır. Heyetin hareketleri polis takibi altına alınır. Heyete yardımcı olan Türk görevlilerden ikisi de hapsedilir. Türkler, ancak Komisyon’un faaliyetlerini durdurma tehdidi üzerine serbest bırakılırlar. 

Yaklaşık sekiz yüz kişi ile konuşularak hazırlanan Milletler Cemiyeti Komisyonu raporunun muhtelif yerlerinde, İngiliz baskısının yarattığı etkiye dikkat çekilmektedir. Heyetle buluşanlar takibat korkusu yaşamışlardır. Görüşmelerde bazıları bir yandan Türkiye yanlısı gerçek tutumlarını usulca belirtirlerken diğer yandan da kendilerini kapıda bekleyenlerin duyabileceği yüksek bir sesle Irak’tan yana olduklarını beyan etmeye mecbur hissetmişlerdir. Irak’a katılmaya taraftar olduklarını bildirmeye geldiklerini söyleyen kimi heyetler, özel görüşmeye geçildiğinde Türkiye’nin inanmış destekçileri olduklarını ifade etmişlerdir. Raporda, temsilcileri Irak lehine tavır koyan bir mahalledeki köylülerin, Komisyon’daki Türk yardımcı ile karşı karşıya gelince yaşadıkları sevince ibretlik bir örnek olarak yer verilmektedir. 

Musul halkındaki Türkiye sevgisinin farkında olan İngiltere, bölgede referandum yapılması taleplerine şiddetle karşı çıkmıştır. Ankara, “Halkların kendi kaderini tayin hakkı”ndan söz edilecekse sandığa danışılmasını ister. Nitekim daha önce Yukarı Silezya, Saar Havzası, Doğu Prusya’daki bazı araziler, Schleswig ve Klagenfurt bölgeleriyle ilgili ihtilaflarda referandum yöntemi kullanılmıştır. “Aksi takdirde” der Ankara; “Doğu halkları, niçin Avrupa halklarından ayrı muamele görmeleri gerektiğini anlayamayacaktır.” İngilizlerin cevabına emperyalizmin dünyayı hiyerarşik olarak tasnif eden mantığı hakimdir. İngilizler, “yüksek bir eğitim düzeyine ve medeniyete erişmiş toplumlarda yapılanlar dışında” referandumun uygun sonuçlar vermeyeceğini ileri sürerler. “Eğitimsiz seçmenler stratejik, coğrafi, ekonomik ve idari faktörlere yeterli önemi vermeyeceklerdir.” Ayrıca referandum kararının alınmasıyla başlayacak Türk kampanyasının Irak hükümetini aciz bırakmasından endişe ettiklerini de eklerler. 

İngilizler, ‘yüksek bir eğitim düzeyine ve medeniyete erişmiş toplumlarda yapılanlar dışında’ referandumun uygun sonuçlar vermeyeceğini ileri sürmüştür. 

Referandumu reddeden İngilizler, Komisyon’un Musul’daki nüfusun etnik dağılımı üzerinden Irak lehine bir değerlendirme yapmasını beklemekteydiler. Wilson ilkelerinde de kendisini gösterdiği gibi, 1. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası düzen, etnik kimlikler arasındaki farklılıkların doğal karşıtlıklar anlamına geldiği ve her etnisitenin yalnızca kendi devletinin çatısı altında yaşamak istediği varsayımına dayandırılmaktaydı. Bu anlayışa göre; Türkler, Avrupalı benzerleri gibi muhtelif kimlikleri devletlerinin çatısı altında sadece zorla tutabilmekteydiler. Fırsat bulanlar, “milletler hapishanesini” hemen terk edeceklerdi. Bu yüzden Komisyon’un raporu, Musul’da yaşayan unsurların köken ve âidiyetlerine ilişkin uzun antropolojik, linguistik ve tarihi referansların resmî geçidi gibidir. İlgili sayfalarda, Türk idaresinin bölgedeki bin yılı aşkın tarihi paranteze alınmaya çalışılırken, Asur ile Babil arasındaki sınırın nereden geçtiğine dair münakaşalara yer verilişi, okuyucuları ister istemez gülümsetmektedir.

Milletler Cemiyeti Komisyonu’nun Musul raporuna göre; sahada karşılaşılan gerçeklik, yeni uluslararası düzenin varsaydığı sosyolojiyle uyuşmamaktadır. Etnik kimlikler ve âidiyetler mevcut olmakla birlikte bunlar “ya, ya da”dan çok “hem, hem de” mantığına dayanmaktadır. Bu sebeple etnik Türk sayılmayan kesimlerin Türkiye’yi destekleyişleri “şaşırtıcı” bulunmaktadır. Tarihin tezgâhı bu coğrafyada Avrupa’dakinden farklı bir millet kumaşı dokumuştur. Tüm gruplar bir miktar diğerleriyle karışmış vaziyettedir. Etnik âidiyetler siyasi kararlar üzerinde bire bir belirleyici değildir. Aslında İngilizler’in “eğitimsiz” saydığı Musullular, ticari menfaatlerinden Türk idaresiyle ilgili olumlu hafızanın tezahürlerine kadar bir dizi sebeple gayet “rasyonel” tercihlerde bulunmaktadır. 

Komisyon, bölge ahalisinin Türkiye’ye katılma isteğine dair bulgularını rapordaki pasajlara şöyle yansıtır: Bir kere bölgenin şehirlerinde bariz bir Türk varlığı mevcuttur…

“(Musul’dan Kerkük ve ötesine uzanıp) Ana cadde olarak anılan güzergah üzerindeki kasabalarda yaşayan nüfusun temel soyunun Türk olduğu hususunda şüphe bulunmamaktadır. İleri gelenler Türk’tür ve inceleyebildiğimiz evlerin çoğunda aile üyeleriyle Türkçe konuşmaktadırlar. Kerkük’te Hristiyanların bile kendi aralarında Türkçe konuştuklarını zikredebiliriz... Erbil yedi mahalleye bölünmüştür. Bu mahallelerin muhtarlarıyla mülakat yaptık. Milliyetlerinin ne olduğunu sorduğumuzda; beşi Türk olduklarını, biri Kürt olduğu kadar Türk olduğunu, biri de Yahudi olduğunu söyleyerek cevap verdi... Türkçe, ana cadde boyunca öneme sahip her yerleşimde konuşulmaktadır... Küçük Altın Köprü Kasabası kesinlikle Türk’tür. Tuz Hurmatlı nüfusu birkaç Yahudi aile dışında tamamen Türk yahut Türkmendir... Kara Tepe nüfusunun yüzde 75 oranında Türk/Türkmen olduğunu tahmin ediyoruz... Taza Hurmatli ve Tauk çoğunlukla Türk’tür.” Ayrıca, “kendilerini Arap olarak niteleyen (bazıları), Türk kökenli olduklarının farkındalar.” 

Rapora göre, bölgede Kürtleşmiş Türkler de bulunmaktadır: 

“... Onlar (Türkler) ana cadde boyunca çiftliklerde de mevcutlar, bunların çoğunun sahibi Türk eşraftır... İki milletin bu toprak üzerinde çok yakından ilişkili olduğu gerçeği göz önünde tutulduğunda (Türklerin) Kürtleşmesi çok hızlı ilerlediğine inandığımız doğal bir süreçtir. Daha önce de söylediğimiz gibi şehirlerdeki Türk ileri gelenleri bile sık sık Kürt hanımlarla evlenmektedir.” 

Yezidilerin Türkiye tercihi

İngilizler, Musul’la Türkiye arasındaki bağları zayıf göstermek amacıyla Türkmenler’in ve Kürtler’in kökenlerine dair spekülatif tezler ileri sürerler. Londra’ya göre, Tel Afer’de konuşulan Türkçe’nin İstanbul lehçesinden çok Çağatay lehçesine benzeyişi gibi hususlar sebebiyle Türkmenler Osmanlı değildir. Bu yüzden Türkler’den ayrı bir milliyet olarak değerlendirilmeleri gerekir. MC Komisyonu, bu temelsiz iddiaları ciddiye almaz. Kürtlerin Turanîliği/İranîliği tartışmasının hedefi de aynıdır. Rapordaki kayıtlara göre; İngiliz akademyasının ürettiği prestijli Encyclopedia Britannica’da ve yine İngiliz Dış İlişkiler Ofisi Tarih Bölümü tarafından 1920’de basılan El Kitabı’nda Kürtlerin atası sayılan toplulukların Turan kökenli oldukları bilgisi yer almaktadır. Türkiye’nin bu kaynaklara yaptığı atıflara İngiltere “Britannica’nın yanılmaz olmadığını”söyleyerek itiraz etmiştir. Nitekim bu “yanlış” daha sonra düzeltilecektir. Britannica’nın ilerleyen baskılarındaki değişiklikler İngiliz emperyal siyasetinin icaplarının oryantalist çalışmaları nasıl yönlendirdiğine iyi bir örnek teşkil ediyor. MC Komisyonu’nun ulaştığı şu hüküm Kürtlere yönelik İngiliz propagandasının arkasındaki “kaygıları” özetliyor: “Eğer Kürtlere yerel yönetimle ilgili bazı garantiler verilmezse bu halkın çoğunluğu Türk egemenliğini Arap egemenliğine tercih edebilir.”

“... Sınır bölgesinden Türkiye’ye yönelik silahlı faaliyetlerin önleneceğine dair taahhüdün yerine getirilmeyişi egemenlik devri sözleşmesinin ihlali anlamına geliyor.” 

Peki, Araplar Arap egemenliği hakkında ne düşünüyorlardı? Komisyon, Arap ahalideki Türkiye sempatisini şu cümlelerle tespit etmiş: “Çok sayıda Arap özellikle fakir sınıflar Türk taraftarı. Zaman zaman sempatilerini dokunaklı ifadelerle gösteriyorlar.” “En sıkı milliyetçi Araplar Türkiye’yi yabancı kontrolü altındaki bir Irak’a tercih edeceklerini söylüyorlar.” Yezidilerin Türkiye’yi tercih edişleri Komisyon için daha şaşırtıcı olmuştur. Yahudiler ve Hristiyanlar da İngiliz idaresinin devamı seçeneği hariç Irak’ı değil, Türkiye’yi istemişlerdir. 

Irak ve ‘tartışmalı topraklar’

Raporda, Irak’ı destekleyenlerin ise Arap Krallığı ile herhangi bir dayanışma duygusu içinde olmadıkları, kararlarını manda yönetiminin devamı ihtimaline ve ekonomik beklentilere göre şekillendirdikleri belirtiliyor. Bu iki faktör olmasaydı danışılan kişilerin Türkiye’yi tercih edecekleri söyleniyor: “Irak’a dair ulusal bir hissiyat söz konusu değil... Bütün olarak ele alındığında Irak lehine ifade edilen fikirler çoğunlukla ortak bir vatanseverlikten ziyade özel çıkarlara ya da topluluk menfaatlerine dayanıyor.” Bu yüzden de “Eğer manda yönetimi kısa sürede sona erecekse Irak devleti taraftarlarının çoğu Türkiye’ye iade edilmeyi ister.” 

Görüldüğü gibi Milletler Cemiyeti Heyeti dönemin uluslararası hukuk sisteminde sınırların yeniden çizilmesiyle ilgili güçlü bir ilke olarak benimsenen “halkların kendi kaderini tayini”ne esas oluşturabilecek şartlar açısından Musul’un Türkiye’ye bırakılması gerektiğini ifade ediyor. Komisyon, aşağıdaki pasajlardan anlaşılacağı üzere Musul’un uluslararası hukuk açısından Türkiye’ye ait olduğunu vurgularken, Ankara’nın bölge üzerindeki egemenliği ile bu ilke arasında herhangi bir uyumsuzluktan ima yoluyla da olsa söz etmiyor. Aksine, Musul’un Irak’a bırakılışını azınlıklar ile İngiliz hükümetinin isteğine uygun olarak sadece manda yönetiminin devamı gibi geçici siyasi şartlara bağlıyor. Manda idaresi son bulacaksa Musul meselesi için en uygun çözüm olarak bölgenin Türkiye’ye iadesini öngörüyor: “Komisyon hukuki açıdan, bu güç haklarından feragat edene kadar tartışmalı toprakların Türkiye’nin tamamlayıcı bir parçası olarak kabul edilmesinin zorunlu olduğu düşüncesindedir. Irak, ne fetih hakkını ne de herhangi bir başka yasal hakkı ileri sürerek tartışmalı toprakları isteyemez.”  

“(Eğer manda yönetimi kısa sürede sona ererse) Türkiye’nin iç ve dış siyasi vaziyeti kendi haline bırakılmış bir Irak karşısında kıyasa yer vermeyecek derecede istikrarlı olduğu için Musul vilayetini Türk egemenliğine bırakmak daha iyi olacaktır.” 

Bu cümleleri epigraftaki paragrafla birleştirdiğimizde, raporun müstakbel tartışmalarda hukuk tekniği açısından önem taşıyabilecek ne kadar değerli verileri kayıt altına aldığına bir kez daha şahit oluyoruz. Örnek vermek gerekirse; Milletler Cemiyeti Komisyonu, Irak Devleti’ni iki parçalı bir yapı olarak tanımlıyor: Devletin uluslararası hukuk açısından doğduğu Irak toprakları ile sonradan eklenen “tartışmalı topraklar/Musul”. 

Bir başka dikkat çekici nokta da ne fiili İngiliz işgalinin ne de Milletler Cemiyeti kararının Türkiye’nin Musul’daki hukuki egemenliğini ortadan kaldıramayacağının vurgulanmasıdır. Komisyonun yorumuna göre, Türkiye’nin Musul’daki egemenliği ancak bu yönde yapılacak açık bir irade beyanıyla devredilebilir. Bu durum Türkiye, İngiltere ve Irak arasında 1926’da imzalanan antlaşmadaki hükümleri egemenlik devrinin şartlarına dönüştürmektedir. Dolayısıyla bir çizgi değil, 75 km derinliğinde bir alan olarak tanımlanan sınır bölgesinden Türkiye’ye yönelik silahlı faaliyetlerin önleneceğine dair taahhüdün yerine getirilmeyişi de egemenlik devri sözleşmesinin ihlali anlamına geliyor. Irak’ın eski Musul vilayetimizdeki hakimiyetini yitirebileceği gelecek senaryolarında, ardıllık/halefiyetle ilgili diğer hukuki meselelerle birlikte bu ve benzeri başka hususlar Türkiye’nin “tarihi haklara” ilişkin iddialarının dayanakları arasında yer alabilir. 

“Dikkat çekici bir nokta da ne fiili İngiliz işgalinin ne de Milletler Cemiyeti kararının Türkiye’nin Musul’daki egemenliğini ortadan kaldırmayacağının vurgulanmasıdır.”

Son olarak, başa dönmek ve yazılarımın girişinde işaret ettiğim hukuk-siyaset ilişkisini bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Dünya sistemi sancılı bir mecraya doğru akarken, yarınlar için dünü daha çok konuşmamız gereken bir döneme girdiğimiz de muhtemel iddialarımızın “tarihi/hukukî” dayanaklarıyla ilgili hazırlıklarımızı eksiksiz yapmamız gerektiği de doğru. Bununla birlikte en haklı tezlerin bile ancak küresel, bölgesel ve yerel güç dengeleri ile uluslararası düzene hakim genel iklimin çerçevesini çizdiği reelpolitik/stratejik zemin elverişli olduğunda yahut cesaretle aklı birleştiren hamlelerle elverişli hale getirildiğinde karşılık bulabileceğini unutmamalıyız. Türkiye’yi, tüm bu değişkenleri de gözeterek adımlaması gereken uzunca bir “süreç” bekliyor.

23 Ekim 2016 Pazar

Halep'ten Musul'a, Geniş Türkiye'nin Alevleri Arasından Tarihe Bakmak...

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

1. Dünya Harbi'ni "bitmemiş savaş" olarak niteleyenler, tarihin coğrafya üzerinde kimlikler, kültürler ve inançlardan ipliklerle dokuduğu nadide kumaşın hoyratça parçalanışıyla ortaya çıkacak muhtemel sonuçlara işaret ediyorlardı. Bu kehanette hakikat payı aramamız gerektiğini düşündüğümüz günlerden geçiyoruz. "Geniş Türkiye"; yani, millet kumaşının işgal makasıyla sınırlarımızdan ayrılan ancak gönül köprülerimizi koruduğumuz kısımları, büyük bir fitne ateşinin ortasında kavruluyor. Yitirilen yüzbinlerin yası, arkası kesilmeyen mülteci kafileleriyle sokaklarımıza taşınıyor. Sınırlarımızı aşan kanlı kül sağanağı, ruhlarımızı hüzün rengine boyarken hafızalarımızın ücra kısımlarına hapsettiğimiz hatıralar manzumesini de yeniden önümüze yığıyor.
***
Suriye ve Irak havalisi, Türkistan rüzgarlarıyla Anadolu'dan önce tanışmıştı. Bölgede yoğun olarak Tolunoğullarıyla başladığı kabul edilen Türkmen yerleşimleri Selçuklular çağında bambaşka bir mahiyet kazanır. Türkler, akaitten tasavvufa uzanan yelpazede Anayurt'ta yoğurdukları Müslümanlık idraklerini askeri ve siyasi kudretlerine dayanarak İslam medeniyetinin merkez coğrafyalarına taşırlar. Tuğrul ve Çağrı Beylerin sancakları Hilafet başkentinden Basra'ya ve ötesine ulaşır. Kaşgarlı Mahmut, Türkçe ve Türk kültürünün şaheserleri arasındaki Divan-ı Lügat'it-Türk'ü Bağdat'ta kaleme alır. Eserinin giriş kısmına, Buhara ve Nişaburlu iki imamın kendisine hadis olarak aktardıkları şu cümleyi yerleştirir: "Türk dilini öğreniniz, çünkü onların hâkimiyeti uzun sürecektir." Ardından da, "bu söz hadis değilse bile aklın emridir" der. Nitekim tarih, Kaşgarlı'nın akıl gözüyle gördüğünü hakikat olarak tescil edecektir.

En büyük halkası Osmanlı dönemi olan uzun asırlar, diğer topluluklarla birlikte İbn-i Haldun'un "iki milleti azime"sinin, Türkler ve Arapların kaderlerini İstanbul'da birleştirdi. Arap milliyetçileri, tarihlerini yeniden yazarken bu mazinin talihsiz sahnelerini büyüterek siyasi projelerine uygun bir hafıza inşa etmek istemişlerdir. Ancak, vicdanlı her bakış, en azından bugünküne benzer mezhep vb temelli çatışmaların yaşanmaması için Türk idaresi altında gösterilen ihtimamı tespit etmek durumundadır. Örneğin, 1801'deki Kerbela katliamı üzerine harekete geçen Osmanlı Devleti, yakasını kurtaramadığı gâilelere ve kısıtlı imkanlarına rağmen faillerin peşini bırakmamıştı. Beş bin Şii'yi çoluk-çocuk demeden öldürüp Hz. Hüseyin'in kabrini yakan isyanın lideri, uzun bir uğraştan sonra yakalanıp İstanbul'a götürülmüş ve yaptıklarının bedelini  canıyla ödemişti. Adalet etmenin karşılığının sadakatle alınması mıdır, bilinmez; bundan yaklaşık bir asır sonra, Irak için Kut'ta İngilizlerle muharebe edilirken de Şii aşiretler, Hz. Hüseyin'in türbesinden çıkardıkları kılıç ve sancağı görkemli bir törenle Türk ordusuna teslim edeceklerdir. Birinci Dünya Savaşı boyunca Şii ulemanın önemli bir bölümü, Irak ahalisinin büyük kısmıyla beraber Osmanlı Devleti'ni desteklediler. Churchill'in anılarına yansıttığı, Irak tamamen İngilizlerin eline geçtikten sonra bile askeri sevkiyatlar için "Türk bayrağı çekilmesi" tavsiyesi, tarihi bir prestij vesikasıdır. Iraklılar, Osmanlı'yı "mezhepçi" siyasetiyle anıyor olsaydılar, iktidarı sona eren bir devletin sembollerine ihtiram etmeyi sürdürürler miydi?

Şii tebaasını korumakta titizlenen Osmanlı yönetimi, rakibi İran'ın Şiilik üzerinden yürütmeye çalıştığı siyasete karşı ise tedbirliydi. Yalnızca klasik askeri alanlarla sınırlı kalmayıp eğitimden dini hayatının düzenlenmesine kadar geniş bir yelpazeye yayılan bu güvenlik stratejisi açısından Musul'a özel bir önem veriliyordu. Örneğin; Abdülhamid Han'ın Musul valisi İsmail Nuri Paşa tarafından 1892'de merkeze yollanan raporda Musul, İran'ın Irak Şiiliğine nüfuzunu engelleyen bir sed olarak tasvir edilir. Nuri Paşa, bu seddi sağlamlaştırmak amacıyla Hanefiliği esas alan Türkçe eğitim için seferber olunmasını tavsiye eder.
***
Yukarda aktardıklarımıza benzer veriler, Misâk-ı Millî'nin yaslandığı anlam dünyasının, stratejik bakışın ve sosyolojik-psikolojik dayanakların kavranması bakımından değerli sayılmalıdır. Zira, yalnızca Şerif Hüseyin'in isyanına odaklanan tarih yazıcılığı, uzun yıllar boyunca Misâk-ı Millî'yi tek hedefi daha fazla toprak kazanımı olan bir gayretten ibaretmiş gibi göstermeye çalıştı. Mondoros Mütarekesi'ni takiben bugünkü Suriye/Irak coğrafyasında yaşananlar ise, aksine, tükenen gücüyle ölüme direnen bir vücûda âit uzuvların parçalanmaya karşı koyma çabasını resmetmektedir.

Bu hakikati layıkıyla idrak için hafızalarımızdan silinen bazı hatıralarımızı tazelememiz gerekiyor. Örneğin; Kuvayı Milliye'nin yalnızca mevcut sınırlarımızda değil, daha geniş bir coğrafyada örgütlendiğini unutuyoruz. Halep'teki direnişin liderlerinden İbrahim Hannanu, çıkarıldığı Fransız mahkemesinde "emirleri Ankara'dan aldığını" söylemişti. Kuvayı Milliye unsurları Halep civarında defalarca çatışmaya girmiş, Fransızların Antep-Maraş-Urfa hattında yenilgiyi kabul edişlerinde rol oynamışlardı. Suriye'deki Fransız Manda yönetimi üzerine yapılan çalışmalar, Millî Mücadele boyunca Halep ahâlisinin kulağının hep Anadolu'da olduğunu kaydediyor. Cepheden gelen zafer haberlerinin ardından şehirde yaşanan sevinç sağanaklarının, dönemin Fransız idaresini epeyce ürküttüğünü anlıyoruz. Ayrıca bu hâlet-i ruhiyenin yalnızca Türkmen nüfusta değil, Kuzey Suriye'deki diğer unsurlar arasında da azımsanamayacak ölçüde yaygın olduğunu söylemeliyiz. 

Ankara hükümetinin müzakereler esnasında Fransız General Dufieux’ye ilettiği, Halep'ten Rakka'ya uzanan talepleri, işaret ettiğimiz bu sosyo-psikolojik zemine dayanıyordu. Türk Mezarı'na ilk kez yer verilen o metinde Misak-ı Milli hududu şu şekilde tasvir edilir: “Madde 3) Türkiye-Suriye sınırı şu şekilde olacaktır: Sınır, İskenderun körfezinde Sarıseki’den başlayacak ve Çanakkale, Kırmıtlık, Afrinhan, İbraham (Ahterin’in doğusunda) ve Taşhöyük (Elbeyli nahiyesinde)’ten geçerek Deliçay’ı takip edecek ve Sacir vadisinde Karataşlı Tepe’nin doğusuna varacaktır. Bu noktadan itibaren Fırat’a kadar Sacir vadisini, daha sonra Caber Kalesi (Türk Mezarı) ve Rakka’dan geçerek Fırat vadisini takip edecek ve Fırat’ın güneye doğru eğim gösterdiği Şanuka’dan hareket ederek düz bir çizgi halinde Giran’a varacak, buradan da Sincar dağlarını takip edecektir. Sınırın geçtiği ve bu maddede adı geçen bütün yerler Türkiye’ye bırakılacaktır.”

"Geniş Türkiye"nin Irak'a bakan cephesi de, Mustafa Kemal Paşa'nın konuşmalarında defalarca tekrarlanır: "Bu hudut İskenderun körfezi cenubundan Antakya'dan Halep ile Katma istasyonu arasında Cerablus köprüsü cenubunda Fırat nehrine mülâki olur. Oradan Deyri Zor'a iner; ba'dehu şarka temdîd edilerek, MusulKerkükSüleymaniye'yi ihtivâ eder." Bu sözler, fiillerle de desteklenmeye çalışılır. Revandiz'de isyan ederek İngilizlerle çatışan aşiretler, yeni teşekkül eden TBMM'den yardım isterler. 1921'de Binbaşı Şevki Bey'e Süleymaniye komutanlığı görevi verilir. Şevki Bey ve beraberindekiler, Bubaçiçek Boğazı'ndaki çatışmalara katılırlar. 1922'de Erbil-Revandiz arasındaki aşiretlere yapılan saldırılar sonrasında yeni bir hazırlık yapılır. Antep Milis Kuvvetleri komutanı Özdemir Bey, az sayıda subay, aşiretlerden toplanan unsurlar ile Nizip'te Fransız ordusundan kaçarak Türkiye'ye sığınan Tunus ve Cezayirli askerlerden oluşan küçük bir müfreze eşliğinde göreve başlar. Mücadelesi 1923 Nisan'ına kadar devam eder. Bölge halkından alınan destekle İngilizlere karşı sayısız çatışmaya girilir. İngilizler, yüz uçağa kadar ulaşan bir filoyla direnişi kırmaya, destek veren köyleri bombalayarak ahaliyi yıldırmaya çalışırlar. Bu dönemde hava saldırıları, İngiliz hükümetinin yaygın sindirme yöntemine dönüşür. Süleymaniye'de isyan eden Mahmud Berzenci'ye bağlı Kürt aşiretleri de, Sincar'daki Yezidi köyleri de İngiliz bombalarından nasiplerini alırlar.

Sonraki süreçte, düzenli ordu birlikleriyle Musul'a yürümek için yapılan hazırlıklar ve bunların Türkiye'de çıkartılan isyanlarla nasıl sonuçsuz bırakıldığı iyi bilinen hususlar. Lozan'ı takip eden İstanbul'daki müzakerelerin de akâmete uğramasıyla İngilizler, Nasturi isyanının fitilini yakarlar. Tırmanan gerilim, 1924 Eylül'ünde sıcak temasa dönüşür. Türk süvari kolları, İngiliz uçaklarının saldırılarında elliye yakın şehit verirler. Çatışmaların hemen ardından Milletler Cemiyeti, Musul meselesini görüşmeye başlar. Bu esnada Türkiye, içerde Şeyh Said isyanıyla meşgul edilecektir.

Milletler Cemiyeti'ndeki macera, İngilizlerin baskısıyla, o dönemde cari uluslararası hukuk normlarına da aykırı biçimde Türkiye'nin aleyhine sonuçlandırılır. Bölgedeki işgal güçlerinin makası, millet kumaşının bir parçasını daha keser. Ancak, gönül köprülerini yıkamazlar. Türk milleti, Musul-Kerkük meselesini unutmaz. Nitekim, Irak tarafındaki her kıpırdanmada teyakkuza geçen kolektif şuuraltı günümüzde de ayakta. Üstelik bu sefer, millet kumaşının sınırın öte yakasındaki saçakları, rızaları dışında tutturuldukları yamalı bezin tel tel çözülüş sürecinde gelecek kaygısıyla yüz yüzeler. Altmış üç ülkeden askerin Irak'ta toplandığı, Musul'dan Tel Afer'e geniş bir coğrafyanın savaş alanına döndüğü bir dönemde reel politikten kopmadan dünü hatırlamak, tarihi olduğu kadar hukuki metinleri de yeniden okumak zamanın rûhunun gerekli kıldığı bir ihtiyaç. Ancak, bu bir başka yazının konusu...

7 Eylül 2016 Çarşamba

Fırat Kalkanı: Stratejik Savunma için İleri Harekât

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

Türkiye’miz, Cumhuriyet Dönemi’nin en ağır güvenlik buhranıyla yüz yüze. “Yüzyılın meydan okuması”na karşı cevap üretme çabasının bir parçası olarak giriştiğimiz Fırat Kalkanı Harekâtı’nı layıkıyla anlamlandırabilmek için öncelikle krizi üreten “büyük mesele”nin ana hatlarını hatırlamamız gerekiyor. Küresel sistem, büyük güçler arasındaki gerilimlerin tırmandığı çatışmacı bir güzergâha girmiş vaziyette. Türkiye’nin merkezinde yer aldığı coğrafya, yeni mücadeleler döneminin savaş alanına dönüşmesi doğallaştırılmış en kırılgan fay hatları üzerinde bulunuyor. Bölge ülkeleri ve Orta Doğu’daki bazıları ön-devlet büyüklüğüne erişmiş terör örgütleri, aralarında kıyasıya kapışırken kendi başlarına değiller. Her çatışma zemini, yerel unsurlar ile bölgesel ve küresel güçlerden müteşekkil ittifak silsilelerini karşı karşıya getiriyor.

Bu safhada tutuştukları bilek güreşini, birbirlerini doğrudan hedef almadan yürütmeye çalışan büyük oyuncular, artık sınırlarımızı aşarak ülkemize sıçrayan yangının içinde bir dizi hedefin peşinden koşuyorlar. Elbette hepsi, nihai resimde ortaya çıkacak yeni bölgesel dengelerin menfaatlerine uygun olmasını arzuluyor. Çıkar tanımları ve beklentileri ise geniş bir yelpazeye yayılıyor. Rakip büyük oyuncunun ve bölgesel aktörlerin sahaya tamamen hâkim olmaması, tehdit teşkil edecek örgüt ve ideolojilerin tasfiyesi, yeni haritanın itaatkâr müttefiklerin önünü açması vb. tüm çıkar listelerinde üst sıraları işgal ediyor. Ulaşılmak istenen neticeler, süreçlerin de mahiyetini belirliyor. Büyük aktörlerin müdahaleleri kadar müdahalesizlikleri de sonuçları etkiliyor. Bir sahnede, büyüyüp serpilişi kınama mesajları yüklü nutukların gölgesinde izlenen bir örgütün, sahne değiştiğinde başka yapıların desteklenmesi için mazerete dönüştürüldüğünü görüyoruz. Çatışma sürecinin içinde, “vekâlet savaşı”nın piyonları inşa ediliyor. Büyük güçler tarafından önü açılan/devşirilen/üretilen vekil örgütler, hem doğrudan hem de dolaylı hedeflere karşı kullanılıyor. “Kadim müttefikler”in, istenen politikaları kabule zorlanması da bunlar arasında…

        ***

Gittikçe ısınan küresel kutuplaşma ikliminde, kendisine uygun görülen konumu pazarlıksız kabullenmesi için sıkıştırılan Türkiye, hayli zamandır Suriye meselesinin değişik boyutlarından beslenen terör örgütlerinin saldırılarıyla sarsılıyor. FETÖ’nün 15 Temmuz’da en kanlı şekliyle karşımıza çıkan iktidarı ele geçirme, PKK’nın Türkiye’yi etnik hatlar etrafında bölme, DAEŞ’in ise ideolojisini ve örgütlenmesini Türkiye’ye ekip iç çatışmaları tahrik ederek ülkemize yerleşme hedefleri, bölgesel ve küresel hesaplarla iç içe geçerek karşımızdaki tehdidi büyütüyor. 

DAEŞ’e karşı mücadele bahanesiyle desteklenerek Suriye’nin kuzeyinde kuvvetlenmesine izin verilen PKK, “yüzyılın meydan okuması”nda çok değişkenli bir işleve sahip. Örgüt yöneticilerinin ifadelerine göre, eylem yapma tercihleri, “darbe mekaniği”ni harekete geçirebiliyor. Nitekim 15 Temmuz’a giden yolu da kendilerinin açtıklarını söylüyorlar. İkinci olarak PKK, DAEŞ’in Türkiye’ye nüfuz etme girişimlerinde katalizör rolü oynuyor. İki örgüt, Türkiye’den devşirdikleri elemanları önce Suriye’deki çatışmalarda kullanıyor. Ardından, bu militanları Türkiye’ye geri yollayıp savaşı sınırlarımızın içine taşıyarak Türk topraklarını, Suriye’deki yangının bir parçasına dönüştürmeye çalışıyorlar. Birbirleriyle çatışan DAEŞ ve PKK’nın çıkarları, devlet otoritesini eritme hedefinde birleşiyor.

Suriye’deki varlığı, PKK’nın Türkiye’ye yönelik tehdidini çok daha güçlendirmiş, örgüte maddi ve manevi yeni imkânlar bahşetmiş vaziyette. Ankara’nın, yakın tarihimizin en büyük stratejik yanlışını yaparak göz yumduğu kantonlaşma süreci, PKK’ya büyük güçlerle doğrudan temas, belirli bir coğrafyayı yönetebilme deneyimi, nitelikli silahlar ve DAEŞ’le çatışma üzerinden dünya kamuoyunda propaganda imkânları sağladı. PKK, şimdiye dek kazandıklarını koruyabilmek için kantonlar arasında kalan boşluğu da tamamlamak ve bütünlüğü olan, petrole sahip bir bölgede kök salmak istiyor. Burada kurulacak PKK yönetiminin, zamanla Erbil merkezli ön-devlet oluşumunu da denetimi altına alabileceğini düşünmek gerekiyor. Güney sınırımızı baştanbaşa kuşatacak, petrol zengini ve Türkiye’ye ölümüne düşman bir PKK devleti ile komşuluk ihtimali, çok ciddi bir tehdit olarak karşımızda duruyor. Böyle bir yapının tüm enerjisini Türkiye’yi istikrarsızlaştırma hedefine yöneltmek isteyeceğini düşünmemek ise imkânsız.

 Şimdiye kadarki adımlara baktığımızda, “Fırat Kalkanı”nın, DAEŞ ve PKK’dan kaynaklanan tehdide karşı bir “stratejik savunma” hamlesi olarak tasarlandığını söylemek mümkün. Taktik savunmayı, Türkiye’deki saldırıları engellemek amacıyla yurt içinde yürütülen, muhtemel hedefleri teröre karşı koruma ve örgütlerin kadrolarını tasfiye faaliyetleri olarak tarif edebiliriz. Stratejik savunma ise bir adım öteye geçilerek terörün komşu coğrafyalarda kalıcı ve güçlü karargâhlar inşa etmesinin önlenmesini hedefliyor. Bu hamlenin başarısı, farklı alanlardaki birçok faktöre bağlıdır.

Öncelikle, Harekât’a Fırat’ın batısıyla sınırlı kalması ve DAEŞ’i hedef alması kaydıyla itiraz etmeyen ABD’nin muhtemel yol haritasını iyi değerlendirmek gerekiyor. Washington’un zihnindeki modelin Türkiye’nin Erbil yönetimiyle ilişkilerinin tarihsel evrimini esas aldığını düşünmek mümkün. Washington, Ankara’nın, sınırlarındaki PYD oluşumunu kabullenerek sindireceği bir geleceği arzuluyor. Bunun gerçekleşmesinin, Türkiye’nin PKK meselesini içerde ve dışarda askerî yöntemlerle çözemeyeceğine ikna edilmesiyle mümkün olacağını düşünüyor. İkna sürecinin başarısı ise Türkiye’nin faturayı açıktan ABD’ye çıkaramayacağı bir dizi olumsuzluk sebebiyle batağa saplandığı vehmine kapılmasına bağlıdır. Fırat Kalkanı Harekâtı sırasında yaşanabilecek “sürpriz” gelişmeler, öngörülemeyen askerî zorluklar, içerde kargaşa yaratmayı hedefleyen kışkırtmalar, terör ve propaganda faaliyetleri ile dünya kamuoyunu harekete geçirmeyi hedefleyen kampanyalar, karşımızdaki risk haritasının öne çıkan başlıkları arasında. Bunlara Rusya, İran, İsrail ve Esed yönetiminden Körfez’e uzanan bir hatta yaşanması muhtemel, Türkiye’nin işini zorlaştıracak diplomatik dalgalanmaları da eklemek lazım. En kötü senaryoda, bu risk unsurlarının önemli bir kısmının hakikate dönüştüğünü görürsek “çözüm sürecinin canlandırılması” talepleri eşliğinde, Türkiye’ye bir “çıkış kapısı” işaret edilecektir. O kapının ise bırakın Suriye’deki güvenlik kalkanını korumayı, orta vadede iç sınırların çizilmesine varabilecek karanlık bir geleceğe açılacağını söylemeye bile gerek yok. Ayrıca, iradesi kırılacak bir Türkiye’nin, dünyaya yeni çehresini verecek “büyük mesele”de kendisine tayin edilen rolü kabullenmeye mecbur edileceğini de unutmamalıyız.

        ***

Önümüzde, bu kâbusa uyanmamak için siyasi, diplomatik ve askerî alanlarda hata kabul etmeyen adımlar atmamız gereken aylar var. “Yenikapı ruhu”nun siyaset kurumuna kazandırdığı birlik çehresinin korunması, Mehmetçiğin iç istikrarsızlık sebebiyle yarı yolda kalmasını engelleyecek en güçlü sigortamızdır. Gelecek seçimlerden önce, ülkemizin geleceğini düşünecek siyasi kadroları tarihimizin hayırla yâd edeceği günlerdeyiz. Suriye’de inşaya çalıştığımız kalkanı, vaktiyle Kıbrıs meselesinde gösterilene benzer hassasiyetle, partiler üstü bir mesele olarak sahiplenebilmeliyiz. Bizi girdiğimiz zorlu vadiden ancak, iktidarın bu iklimin tesisine ve korunmasına yönelik atacağı adımlar, işleteceği mekanizmalar ve muhalefetin sergileyeceği olgunluk çıkarabilir.

Diplomatik alanda dengeleri gözeten bir dile ve politikaya çok fazla ihtiyacımız olacak. Bu dönemde, yalnızca sonuçlara odaklanan, dış politikayı içerde tükettiği için esnekliğini yitiren bir diplomasi, Türkiye’nin önünü tıkayacaktır. “Süreç”i merkeze almalı, temel ulusal güvenlik meselelerimizin üzerine giderken elimizin serbest kalması gereken zamanı kazanmamız gerektiğini hatırdan çıkarmamalıyız.

Askerî planlamayı mümkün olduğunca hızlı sonuç alacak şekilde yapmalı, meselenin dünyaya takdiminde de gerektiğinde “çıkış” imkânı sağlayacak bir pozisyonu korumalıyız. Türk ordusu, sahadaki esas askerî güç olsa da Suriye’deki müttefiklerin rolünün vurgulanması ihmal edilmemeli. Türkiye, savaşı hem muharebe meydanında hem de iletişim çağının platformları üzerinden yüreklerde ve zihinlerde kazanmak zorundadır. FETÖ darbesinin ve üzerimize her gün yenileri fırlatılan fitne bombalarının yarattığı hasar ne olursa olsun, doğru adımları atarken birliğimizi koruyup haklılığımıza inancımızı yitirmezsek “yüz yılın meydan okuması”ndan alnımızın akıyla çıkabilecek kudretteyiz. 

Allah yardımcımız olsun...

2 Eylül 2016 Cuma

Türk kamuoyu ABD’yi niçin ‘makul şüpheli’ sayıyor?

Mehmet Akif Okur

15 Temmuz darbe girişimiyle ABD arasındaki ilişkinin mahiyeti üzerine başlayan tartışma, sokak aralarından ekranlara, Meclis koridorlarından diplomatik kulislere kadar her mekânda sürüyor. Darbe teröründen sorumlu sayılmasına itiraz eden Amerikan tarafı, hangi “kanıtlara” göre suçlandığını soruyor ve hakkındaki tüm iddiaları “komplo teorisi” ilan ediyor. Öte yandan Türk toplumunun ezici çoğunluğu, tarihimizde ender görülen genişlikteki bir mutabakatla Washington’u darbeden sorumlu tutuyor. “Kanıt” terminolojisine biraz daha yakından bakarak tarihe doğru kısa bir yolculuğa çıkmak, bizi bu gerilimin tahlilini kolaylaştırabilecek bazı ipuçlarına götürebilir.

***

Bir topu doldurduğunuzu ve nişan aldığınız hedefi tek atışla vurduğunuzu varsayın. Saldırıdan sorumlu olduğunuza dair “kanıt”, ateşleme mekanizmasına yakınlığınızı göstermek durumundadır. Topu bizzat ateşlemiş ya da mühimmatı hazırlayıp atışı başkasına yaptırmış olabilirsiniz. Buna benzer başka senaryolar da hatıra gelebilir. Ancak, her halükarda fail-fiil ilişkisinin izi, sınırlı sayıda ihtimal üzerinden ve dar bir zaman dilimi mercek altına yatırılarak sürülecektir.

Top mermisi çekirdeğinin yirmide biri kadar metali küçük bilyeler haline getirdiğinizi ve bunları hedefinizin ayağı kaydığı zaman hayati tehlike yaşayacağı bir güzergâha dağıttığınızı düşünün. Artık hedefinizle aranızdaki uzaklık, ateşleme mekanizması mesafesine kıyasla açılmış vaziyettedir. Bilyelerin serpilmesiyle, hayatına kastettiğiniz kişinin istediğiniz yola girişi arasındaki zaman aralığı genişledikçe yaşanacaklarla ilişkinizi inkâr imkanınız da artacaktır. Kurbanın kendi dikkatsizliği sebebiyle bir kazaya uğradığını söyleyebilir, üzüntülerinizi dile getirebilirsiniz. İsterseniz tartışmaya, ayak sürçmesine bilyelerin sebep olduğunu tümden reddederek de başlayabilirsiniz. Sizi suçlayacak olanlar, farklı renk ve büyüklükteki bilyelerin aynı tezgahta döküldüğünü ve bir plan dâhilinde yola yerleştirildiğini ispata uğraşacaklardır. Geçilecek yolu önceden kestirdiğinizi, hatta kurbanı yönlendirdiğinizi “kanıtlamak”, şüphesiz ki meşakkatli bir iş olacaktır.

Türkiye’yi, ABD’nin darbeyle ilişkili olduğuna inandıran tezler, bu ikinci senaryonun değişik versiyonlarına dayanıyor. Kamuoyunun hızla ikna oluşunda ise şu üç ana husus etkili. Öncelikle ABD, benzer nitelikte hatta daha sofistike planlamalar yapabilecek kudrette bir devlet olarak görülüyor. İçinden geçtiğimiz çağın mücadelelerinde de sosyal gücün, vekil örgüt ve yapılanmaların kullanımıyla sonuç alma arayışının revaçta olduğu biliniyor. İkinci olarak, ABD’nin FETÖ’den PKK’ya uzanan “bilyelerle” münasebetleri yıllardır gündemimizden düşmüyor. Son faktör ise, ABD’nin darbeler tarihimizdeki yerine dair güçlü kanaatler. Geçmişin hatıraları zihinlerde kor halinde yaşıyor. Aktüel siyasi tartışmalar, akademik çalışmalar, belgeseller, sinema filmleri, TV dizileri... Türkiye’nin darbelerle dolu kasvetli mazisini toplumsal hafızamızda güncel tutuyorlar.

***

Bu atmosferin de tesiriyle ABD arşivleri (NARA) ile arşiv belgelerine haiz Başkanlık ve üniversite kütüphanelerinde Türkiye’deki darbeler üzerine yürüttüğüm çalışmalar, bazı önemli gerçekleri karşıma çıkardı. ABD’nin 27 Mayıs ve 12 Eylül’de demokrasi rafa kaldırılırken sergilediği tavırlar ve darbecilerle ilişkileri, günümüze kadar intikal eden şüphe bulutlarının kaynağını oluşturuyor. Nitekim belgeler, Washington’la ilgili soru işaretlerinin hiç de mesnetsiz olmadığını gösteriyor.

Örneğin, Türkiye’de 27 Mayıs üzerine yapılan çalışmalardaki önemli tartışma başlıklarından biri, ABD’nin darbeden haberdar olup olmadığı meselesidir. 25 Mayıs’ta ABD Başkanı Eisenhower’ın önüne konulan “çok gizli” ibareli bir istihbarat notunda, cuntanın kendisine lider aradığı bilgisiyle karşılaşıyoruz. Buradan ABD’nin 27 Mayıs cuntasını bildiği ve izlediği sonucuna varmamız mümkün. Dışişleri evrakı, söz konusu dönemde Menderes’le ABD diplomatik misyonunun sık sık bir araya geldiğini de gösteriyor. Eisenhower’ın Menderes’e son mektubu 21 Mayıs tarihinde iletilmiş, 27 Mayıs’tan hemen önce başka vesilelerle de temaslar gerçekleşmiş. Ancak bu randevuların hiçbirinde, NATO üyesi müttefik ülkenin seçilmiş Başbakanı cuntaya karşı uyarılmamış. Büyükelçi Warren’ın raporları, ABD’nin darbeden sonra cuntayı Türkeş liderliğindeki Milliyetçiler ile Gürsel’in dâhil olduğu Batıcılar şeklinde iki gruba ayırarak değerlendirdiğini belgeliyor. Türk-Amerikan ilişkilerinin 1960’dan sonraki yapısı, ilk grubun tasfiyesiyle ikinciler üzerinden şekillendirilmiştir.

12 Eylül’e giden yolun bazı önemli noktalarını da belgeler üzerinden izleyebiliyoruz. Türkiye’de bir darbe ihtimalinin Beyaz Saray’da ilk telaffuz edilişine, 30 Ocak 1978’de Paul Henze tarafından ABD Başkanı Jimmy Carter’ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski’ye yazılan notta rastlıyoruz. Henze, 1 Haziran 1979’da ise “Ordu yanlısı darbe tertipleyicisi olması muhtemel bir grubun” ABD’nin Ankara Büyükelçisi ile temasa geçtiği notunu düşer. Bir ay sonra, CIA tarafından hazırlanan kapsamlı Türkiye raporu Beyaz Saray’da dağıtılır. Rapordaki bazı tavsiyeler, darbeden sonraki hükümet programlarında karşımıza çıkacaktır. Henze’nin 12 Eylül’e giden dönemdeki Beyaz Saray yazışmaları, darbeyi yapacak komuta heyetinin ne kadar güvenilir olduğunu vurgulayan satırlarla doludur. “Bizim çocuklar”, Başkan’ın kadrosuna övülerek tanıtılır. Elbette hiç kimse NATO müttefiki Türkiye’nin seçilmiş makamlarını darbe tehlikesine karşı uyarmayı aklının ucundan geçirmez.

Aynı dönemde ABD’nin Türkiye’den jeopolitik beklentileri de birikmektedir. Darbeden altı ay kadar önce, SSCB’nin müdahalesi halinde İran’ın petrol bölgelerinin Türkiye üzerinden işgali senaryosu Beyaz Saray yazışmalarına yansır. Ankara’daki sivil hükümetle bu hususa ilişkin temasların sonucu olumsuzdur. Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü için Türk vetosunun kaldırılması talebi de masanın üzerindedir. Benzer bir dizi başka mesele darbenin ardından Washington’u memnun edecek şekilde çözülür. 12 Eylül günü Beyaz Saray gayet rahattır. Darbe “anlayışla” karşılanır. Kenan Evren’in Carter’a teşekkür mektubu ve akabinde NATO’daki vetomuzun kaldırılışıyla ilişkiler aksamadan devam eder.

Özetlediklerim, sadece uzun yıllar sonrasında erişilebilen bilgi parçaları. ABD’nin darbeler galerimizdeki tam çehresi, henüz gün yüzüne çıkmamış arşivlerde saklı. Bilinmezlik örtüsü ise Türk milletinin Amerikan politikaları hakkındaki olumsuz kanaatlerini hafifletmiyor, aksine perçinliyor. Oysa 2009’da Obama, hakikati samimiyetle ortaya koymanın “yeni başlangıçlar” için güven tazelenmesinde rol oynayabileceğini göstermişti. Amerikan Başkanı, Mısır konuşmasında İran’daki 1953 darbesini ülkesinin yaptığını itiraf etti. 2013 Ağustos’unda da CIA, İran darbesindeki rolüyle ilgili belgeleri yayınladı. Bir gün, Türkiye temalı benzer içeriğe sahip bir konuşmanın yapılışına şahit olur muyuz?

Bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Ancak, iki ülkenin karşısında, dönülürken Türk kamuoyunun tatminini de gerektiren zorlu bir kavşak var. Küresel ve bölgesel dengelerdeki değişimler, büyük mücadelelerle dolu geçecek bir istikbalin habercisi. Türk-Amerikan ittifakının tarihindeki belki de en ağır bunalımın aşılması için Türkiye öncelikle iki ana şey istiyor. Bunlardan ilki; Ankara’nın Türkiye’yi, NATO’ya girişimizle birlikte bürokrasiden sivil topluma kadar geniş bir alanda örülmeye başlanan nüfuz ağlarının vesayetinden azade olarak yönetme iradesinin ‘özde’ kabul edilmesi. Diğeri de FETÖ ve PKK gibi bilyelerin Ankara’ya teslimi/tasfiyelerinin kolaylaştırılması. Bölgesel ve küresel jeopolitiğe dair vizyon ortaklığı için gerekli müzakerelerin akıbeti, bu yeni zeminin tesisiyle yakından ilişkili. Şüpheniz olmasın, yalnızca biz değil, birçok önemli başkent de Biden ziyaretini, bu doğrultuda bir ilk adımın atılıp atılmayacağını merak ederek izliyor.

12 Ağustos 2016 Cuma

Krizdeki Küreselleşme (cilik) 2: Brexit ve Karabudunun İsyanı

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

“Brexit, Avrupa’ya olduğu kadar Londra’ya, Küreselleşmeye ve çok kültürlülüğe karşı bir seçimdi.” 

Craig Calhoun

(London School of Economics Rektörü)

 

İngiltere'nin AB üyeliğinin akıbeti için yapılan referandumu Birlik'ten çıkışı savunanların kazanması, "küreselleşme paradigmasının çözülüşüyle ilgili hayli zamandır devam eden tartışmaları dünya gündeminin ilk sırasına yerleştirdi. Resmî sonuçların açıklanmasının ardından gelen tepkiler, bir önceki yazımızda işaret etmeye çalıştığımız gibi, dünya sisteminin ne kadar kritik bir eşikte olduğunu inkâra yer bırakmayacak biçimde gözler önüne seriyor. Bir tarafta çıkarları, değerleri ve beklentileri küreselleşmenin ürettiği dünyaya dayanan kesimlerin kimi zaman mantık sınırlarını zorlayan tepkileri, diğer yanda da Atlantik'in her iki yakasında rüzgârı arkasına aldığını düşünen küreselleşme karşıtı kadroların kazandığı dinamizm var.

 

İlk saftakiler, referandumla ağır bir yenilgi almış olsalar da hâlâ yerleşik düzeni temsil etmenin imkânlarına sahipler. Birikmiş mali ve siyasi güçlerine, medya ağlarına ve entelektüel sermayelerine dayanarak kitleleri, İngiltere'de yaşananların, tersine çevrilebilecek bir yol kazasından ibaret olduğuna ikna için çalışıyorlar. Örneğin; AB'den çıkış yönünde oy kullananların pişmanlıklarına ve genç seçmeni AB taraftarı gösteren anketlere dair seçilmiş haberlerle referandumun tekrarı talebini gündeme taşıyorlar. Karşılarındaki seçmen topluluğunu; daha az eğitimli, yaşlı ve ırkçı olduklarını vurgulayarak değersizleşti- riyorlar. Bunu yaparken halkoyuna karşı takındıkları genel tutum, aslında meselenin esasını teşkil eden, küreselleşmeci elitizmin demokrasi sorununu karşımıza çıkarıyor. Küreselleşmeci ideoloji, doğrudan demokrasiyi, “sürprizlere” açık doğası sebebiyle istikrar bozucu bir mekanizma olarak görüyor. Brexit, küreselleşmeci akademik kadronun tamamında bu kanaati perçinlemiş vaziyette.

 

Referandumun galipleri ise, AB üyeliğinin kurduğu düzenden kimlik, sosyo-ekonomik statü gibi sebeplerle memnuniyetsiz geniş kitlelerden açık ya da örtülü ırkçılık yapan, İslamofobik ve göçmen karşıtı gruplara kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Çizdikleri bu karmaşık manzara sebebiyle, İngiliz tarihinde yönetici kesimlere karşı isyan eden köylü kitlelerine benzetiliyorlar.Eskiye düşmanlar, ancak yeniyi kuracak kuşatıcı bir dünya görüşüne ve organizasyona sahip değiller. Bu kesimin siyasi aktörleri, Küreselleşme paradigmasının başarısızlığına duyulan tepki dalgası üzerinde yükseliyorlar. Değişik renkleriyle ırkçılığı ise seçmen tabanları için kolay bir yapıştırıcı ve seferber edici motivasyon unsuru olarak kullanıyorlar. Ancak bu noktada, hem İngiltere özelindeki hem de küreselleşmeyi inşa edip yararlanmış Batı dünyasının genelindeki çalkantıyı, basit bir ırkçı kabarışa indirgeme yanlışlığına düşmemek gerekiyor. Batı medeniyetini defalarca intiharın eşiğine getiren ırkçı dalganın yükselişinde, Avrupalı elitlerin demokrasi ve milliyetçiliğin buluştuğu çizgide biriken toplumsal taleplere sırtlarını dönüşleri pay sahibidir. AB üyesi ülkelerde yıllardır tartışma konusu olan milliyetçi talepleri; millî egemenlik, yönetici iradenin seçimler aracılığıyla millete dayanması ve millî kimliği var eden değerlerin korunması üçlüsüyle özetlemek mümkün. Bunların uzun süreli göz ardı edilmesinin doğurduğu tepkiler, değişik konuları merkezine alan protesto dalgalarıyla zaman zaman kendisini açığa vurmaktaydı. Yeni dünya konjonktüründe ise eşit vatandaşlığa ve dâhil edici millî kültür tasarımına dayanan milliyetçilikten boşaltılan alanın, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla anılan aşırı akımlarca doldurulma gayretleri görülüyor. Ancak, yukarıda özetlediğimiz milliyetçi üçgenin içinde kalan talepler, açık tartışmalarda hâlâ geniş bir kitle tarafından benimsenerek savunuluyor. Gelecekte, iktidarını yitirmek istemeyen elitler, muhalif kesimlerin talepleriyle kendi konumları arasında bir sentez arayışına girdiklerinde; yine, aşırı sağda görülen gruplar, yalnızca yabancı düşmanlığıyla çoğunluğu sağlayamayacaklarını hissettiklerinde, bu üçgene doğru ilerleyebilirler. Yani, hızlanan jeopolitik rekabet iklimini ve tehdit lerle değişen güvenlik ortamını da dikkate alırsak, milliyetçi ilkelerin Batı’da yeni siyasi merkeze adres olabileceğini düşünebiliriz.

 

İşaret ettiğimiz üçgenin potansiyelini daha iyi kavrayabilmek için İngiltere’deki referandum sürecine biraz daha yakından bakmamız gerekiyor. Oylamanın akabinde yapılan anketler, tercihlerini AB’den çıkış için kullanan seçmenlerin çoğunluğunun, gerekçelerini şu şıkkı işaretleyerek belirttiklerini gösteriyor: “Birleşik Krallık’la ilgili kararlar, Birleşik Krallık’ta alınmalıdır.”. İkinci sırada, göçle ilişkili “Birleşik Krallık’ın göç ve sınırlarıyla ilgili kontrolü geri kazanması”, üçüncü sırada ise “AB’nin hem coğrafi bakımdan hem de yetkiler açısından genişlemesi sürecinde İngilizlerin tercihlerinin hemen hiç bir tesire sahip olamayacağı kaygısı” yer alıyor. Anketin resmettiği gerekçe silsilesi, AB ile İngiliz milleti arasındaki temel sorunun, millî egemenlik meselesi olduğunu gösteriyor. Ayrılma taraftarı ana kitlenin bu tavrını, kampanyanın liderlerinden Boris Johnson’ın Telegraph’taki satırları teyit ediyor: “Ayrılma yönünde oy kullananların temelde göçle ilgili kaygılarla hareket ettikleri söylendi. Böyle olduğuna inanmıyorum. Kampanya boyunca binlerce insanla buluştuktan sonra bir numaralı meselenin ‘kontrol’ olduğunu söyleyebilirim. Yani, Britanya demokrasisinin altının AB sistemi tarafından oyulduğu ve halka şu hayati kudretin, idarecilerini seçimlerde kovma ve yenilerini belirleme gücünün, geri verilmesi gerektiği hissi hâkim. Ayrılma için oy kullanan milyonlarca insanın Britanya’nın büyük bir ülke olduğu inancından ilham aldığına inanıyorum.” Nitekim üyelikten çıkış taraftarlarının, millet iradesine dayalı demokratik meşruiyetle irtibatı hayli zayıf olan AB kurum ve uygulamalarına karşı, millî egemenliğin altını çizen talepleri savundukları görülüyor. Kuruluşundan itibaren bir elit projesi olarak hayat bulan AB’nin “demokrasi açığı”, her dönemde eleştiri konusu edilmiştir. AB, çatısı altında topladığı ulus devletlerin tek tek çıkarlarının ötesinde kolektif bir çıkarı temsil iddiasını taşımaktadır. Bunu başarabilmek için ise AB’ye aidiyet hisseden bir bürokratlar topluluğu sistemin fiilî işleyişinin merkezine yerleştirilmiştir. Atanmış orta kademede bir Avrokratın, Londra’dan aktarılan fonlar sayesinde, İngiltere’nin seçilmiş başbakanından fazla maaş alıyor oluşu, referandum kampanyası sırasında dile getirilen simgesel şikâyetler arasındaydı. Brexit taraftarlarına göre, ülkeleriyle ilgili çok az şey bilen bir Avrokratın, Brüksel’de oturarak İngiltere’de satılacak muzların ne kadar kavisli olabileceğine varıncaya kadar düzenlemeler yapması, kabul edilemez bir egemenlik ihlalidir. Yasa tasarısı hazırlayamayan, sadece Avrokratların getirdiği teklifleri görüşen AB Parlamentosunun, Brüksel-Strasburg arasındaki masraflı seyahatleri de eleştiri dolu polemiklerin konusuydu. Ayrılma taraftarları, bu etkisiz parlamentonun dışında gerçek kararların alındığı AB kurumlarına ise şeffaflığın değil, pazarlıkların hâkim olduğunu söylüyorlar. Onlara göre bir yanda millî parlamentolardaki açık tartışmalar diğer yanda ise AB’de kapalı kapılar ardında yürütülen pazarlıklar var. AB’nin kurumları diplomasi, millî devletin kurumları ise demokrasi demektir.

 

AB’nin halk iradesinden hoşlanmayışının ardında, uzun vadeli deneyimleri yatıyor. Zira tarih boyunca Avrupalı seçmen, elitlerin önüne koyduğu projelere defalarca arkasını döndü. Sandıktan çıkan iradenin Avrokratların gösterdiği yöntemlerle kuşa çevrilmesi gibi uygulamalar ise, AB ile kitleler arasındaki bu aracılığıyla güvensizliği daha da perçinliyor. Söz konusu durumun en çarpıcı örneklerinden biri Lizbon Anlaşması’nda yaşanmıştı. 2005’te Fransa ve Hollanda vatandaşlarının referandumda reddettiği bazı hükümler, halkoyuna sunulması gerekmeyen Anlaşma’nın maddelerine dönüştürülmüştü.5

 

AB’nin tarihi boyunca, elitlerle kitleler arasındaki gerilim ortadan hiç kalkmadı. Ancak AB, ekonomik ve sosyal refaha olumlu katkıda bulunduğu sürece, büyük ve açık çatışmalar yaşanmadı. Sistem sancılı süreçlere girdiğinde ise tartışmaların şiddeti yükseldi. İngiltere’nin AB üyeliğinin de gerçekleştiği 1970’lerden bu tarafa gelir eşitsizliği büyüyor. Bu durum, elitlere ve AB’ye karşı güvensizliği, geçmişe yönelik de nostaljik bir özlemi besliyor. AB’den çıkmak isteyen seçmenlerin 45 yaş üstü gruplarda oran olarak artması, bu hakikatin bir göstergesi. İngiltere’nin AB üyesi olmadığı günleri hatırlayan bu seçmen kesimi, dün-bugün arasında kıyaslama yapabilecek konumda. 1960’lar, 70’lerin kriz atmosferine dek, milliyetçi refah devletlerinin (welfare nationalist state) ciddi büyüme oranlarıyla zenginleştikleri yıllardı. Yalnızca AB’li günleri görmüş kuşakların Birlik’te kalma arzusunu ise bilinmeyenden duyulan korkuya dayalı bir muhafazakârlık şeklinde yorumlayabiliriz. İngiltere’nin AB’den ayrılma referandumunda göç ve ırkçılık, kendi başlarına değil, AB’nin özetlemeye çalıştığımız yapısal kusurları ve kitlelerin bunlara dair yerleşik kanaatleri ile etkileşim hâlinde rol oynadı. İngiltere, Almanya’dan farklı olarak Suriye ve Irak kaynaklı yoğun bir mülteci dalgasının hedefi hâline gelmemişti. İngiltere’nin Suriye’den değerlendirmeye aldığı iltica talebi miktarı 2402’dir. Her yıl İngiltere’ye yönelen yüz binlerce kişilik asıl göç dalgasının kaynağı AB ülkeleridir. Bu coğrafyadan gelen göçmenlere karşı yükselen reaksiyonu ise İslamofobi ile açıklayamayız. Meselenin bir tarafında işleri ve ekonomik kaynakları paylaşmama tercihi, öte yanında İngiliz kimliğinin diğer Avrupalılardan da korunmasıyla ilgili kaygılar yer alıyor. Bu yüzden referandum kampanyası boyunca her iki tarafın da değişik argümanlarla kullandığı/kabullendiği “müslüman göçmen” korkusu, aslında somut olgulara değil, terör haberlerinin gölgesinde inşa edilmiş algılara ve duygusal tepkilere dayanıyordu. Birleşik Krallık’ın bileşenleriyle münasebetleri de referandum sürecinin gündemleri arasındaydı. Savunulan tezleri iyi kavrayabilmek için hafızamızı yine bir miktar tazelememiz lazım. 1975’teki giriş referandumunda AET’ye “evet” deme oranlarını Birleşik Krallık’ın bölgelerine göre en düşükten en yükseğe doğru sıralarsak, şöyle bir manzarayla karşılaşıyoruz: Kuzey İrlanda, İskoçya, Galler ve İngiltere. Kampanyaları ve referandum sonuçlarını analiz edenler, o dönemde pekâlâ İngilizlerin AET’ye “evet”, diğer bölgelerin ise “hayır” dediği bir sonucun da çıkabileceğini söylüyorlar.Bu veri, Brexit sonrasında canlanan AB-etnik ayrılıkçılık ilişkisine dair tartışmalar bağlamında özel anlamlar içeriyor. Örneğin; 1975’teki oy oranlarına göre, İskoçların AET’ye katılmak hususunda İngilizlere kıyasla daha gönülsüz oldukları anlaşılıyor. Ancak bugün, AB’nin kırk yılı aşkındır bölgeler ve etnik/ dinî azınlıklarla ilgili yürüttüğü çalışmaların da katkısıyla, bağımsızlık arzusu güçlenmiş bir İskoçya mevcut. Üstelik “Birleşik Krallık AB’den çıkarsa, İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın da Birleşik Krallık’tan ayrılacağı” tezi, referandum sonrasında hayata geçirilmeye çalışılıyor. Karşımızdaki manzara, AB’nin üye ülkelerdeki azınlıklarla kurduğu bağın, Birlik’ten ayrılma girişimlerine karşı bir sigorta gibi işlediğini gösteriyor. Bu duruma yol açan politikalarla ilgili şikâyetler yükseldiğinde AB’li yetkililer, sundukları kurumsal çatı ve uyguladıkları programlar sayesinde azınlıkların bağımsızlığa ihtiyaç duymadıklarını, böylece de üye devletlerin bütünlüğünün pekiştiğini söylüyorlar. Ancak görülüyor ki, AB’nin sağladığı tanınma, azınlık milliyetçiliklerini gevşetmiyor, aksine diri tutuyor. Birlik’ten ayrılma isteğindeki ülkelere de, kendi yolunu çizme arayışının bedelini parçalanarak ödeyebilecekleri korkusu, azınlıkları üzerinden telkin ediliyor. Bir anlamda azınlıklar, üye ülkeleri AB çatısı altında tutmaya yarayan manivelalara dönüşüyorlar. Brexit’le birlikte bu durumun görünür hâle gelmesi, pek çok ülkede çoğunluk-azınlık kimlikleri arasındaki ilişkilere ilave bir güvensizlik faktörü ekleyebilir. Bu ise daha çatışmacı bir geleceğin kapılarını açar.

 

Peki; AB, içine düştüğü bunalımdan nasıl çıkabilir? Bu sorunun kolay bir cevabı yok. Ancak, AB’nin atabileceği iki önemli adım, krizin yıkıcı etkilerini hafifletebilir. Bunlardan ilki, demokrasinin önünü “milletler Avrupası”nın egemenlik taleplerini gözeterek açmaktır. Tam aksi istikamette, egemenliği Brüksel’de daha fazla toplamak üzere girişilecek reform çabaları, tarihin dağılan imparatorlukların önüne koyduğu dersi AB’ye tekrarlatacaktır. AB, bu gerçeği kavrayabildiği takdirde, bünyesindeki demokrasi açığını temel konularda Avrupalı vatandaşlara daha çok danışarak kapatabilir; azınlıklarla ilişkisini de üye ülkelerdeki iç barışı merkezine koyarak yeniden düzenleyebilir. Atılması gereken ikinci adım ise AB’nin işaret ettiğimiz yapısal sorunlarına dayalı fay hatlarını günümüzde en rahat tetikleyen ırkçılığı/İslam düşmanlığını dizginlemektir. Şüphesiz bu sorun kolayca halledilmeyecek kadar büyük. Ancak AB, anti semitizme karşı mücadele için başvurduğu araçları aynen İslamofobiye karşı da seferber eder ve Türkiye ile işbirliğini merkeze alan bir Ortadoğu vizyonu üretebilirse bu zorlu süreçte de yoluna devam edebilir. Türkiye’nin AB içinde ötekileştirilmesi, ırkçı grupların yelkenlerini şişirirken AB’nin merkezindeki elitlerin dayandığı seçmen tabanını eritiyor. PKK gibi terör örgütlerine tanınan tolerans ise, istikrarsızlaşan Türkiye üzerinden daha çok göçmenin Avrupa kapılarına yığılması ihtimaline hizmet ediyor. Bu fasit daireyi kırmak, ancak AB’nin Türkiye ile ilişkilerini ideolojik ön yargılardan uzak, içine girdiğimiz küreselleşme sonrası çağın ruhuna uygun bir gözle, yeniden düzenlemesiyle mümkün olabilir. Küreselleşmenin model örgütlenmesi olan AB, tarihindeki en ağır depremden mümkün olduğunca az hasarla kurtulmak için reform projelerini gündemine almak zorunda. Ancak işaret ettiğimiz doğrultuda bir politika değişikliği henüz ufukta gözükmüyor.

 

1 Craig Calhoun, “Brexit Is a Mutiny Against the Cosmopolitan Elite”,

The Huffington Post, http://m.huffpost.com/us/entry/10690654.html

2 Quentin Letts, “A Peasant Revolt Upends Britain’s Ruling Elite”, The

Wall Street Journal, June 24, 2016, http://www.wsj.com/articles/apeasant-

revolt-upends-britains-ruling-elite-1466806496

3 Lord Ashcroft, “How the United Kingdom voted on Thursday… and

why”, June 24, 2016, http://lordashcroftpolls.com/2016/06/how-theunited-

kingdom-voted-and-why/

4 Boris Johnson, “I cannot stress too much that Britain is part of Europe

– and always will be”, Telegraph, 26 June 2016. http://www.telegraph.

co.uk/news/2016/06/26/i-cannot-stress-too-much-that-britain-is-part-ofeurope--

and-alw/

5 Michael Birnbaum, “7 reasons why some Europeans hate the E.U.”,

June 25, 2016, https://www.washingtonpost.com/news/worldviews/

wp/2016/06/25/7-reasons-why-some-europeans-hate-the-e-u/

6 Robert W. Cox, Production, Power, and World Order: Social Forces in

the Making of History, Columbia University Press, 1987.

7 http://www.bbc.com/news/uk-34931725,

8 Adrian Williamson, “The case for Brexit: lessons from the 1960s and

1970s”, History & Policy, 05 May 2015, http://www.historyandpolicy.

org/policy-papers/papers/the-case-for-brexit-lessons-from-1960s-and-

1970s

 

7 Ağustos: Devlete Açılan Yenikapı

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

Devlet örgütlenmesinin ilk iptidai örneklerine yazıyla başlatılan insanlık tarihi kadar eski dönemlerden itibaren rastlarız. Bu uzun yolculuğu boyunca devleti hep siyasete ve topluma dair en önemli tartışmaların merkezinde görüyoruz. Devletlerin kontrol ettikleri coğrafyadaki nüfusla ilişkileri, siyasi toplumun sınırları... Her büyük maddi ve fikri dönüşüm dalgası, zamanın ruhunda iz bırakırken devlete ilişkin bu önemli konular hakkında da tavır takınır. 

Çağa göre tezahür ediş biçimleri değişen temel meselelerin başında ise birliğin korunması geliyor. İktidarların devletin meşru üyesi sayılan grupları/kesimleri tatmin düzeyi belli bir eşiğin altına düştüğünde iç gerilim yükselmeye başlar.Söz konusu huzursuzlukların büyük istikrarsızlıklar meydana getirmeden aşılması ihtiyacını karşılamak için üretilen mekanizmalar, daima siyasi sistem tasarımlarının merkezinde yer almıştır. Devletin, iktidarı fiilen kullanan aktörleri aşkın bir kurum/kimlik olarak sadakat adresi sayılması, iktidar/muhalefet pozisyonlarının değişimi için meşru yolların tarif edilerek açık tutulması gibi. İstikrarı hızla bozan önemli faktörlerden biri, iktidarda olmanın hemen her şeyi kazandırıp muhalefete düşmenin çok şeyi kaybettirdiği algısıdır.Bu kanaatin muhtelif sebeplerle yaygınlaşması, zamanla toplumu bir savaş alanı haline dönüştürür. Herkesin benimsediği ortak çatı olarak devlet fikri zihinlerde çözülürken amansız mücadeleler, dışardan müdahalelere de davetiye çıkarmaya başlar.

Krizden çıkışın yolu, siyasi toplumun ana gövdesine paylaşılan ortaklıkları hatırlatarak rekabet ikliminin keskinliklerini törpülemekten geçer. Devlet, dengesini yönetici grubun parçası olsun ya da olmasın milletin geniş kesimlerini kucaklaştırarak bulabilir. Bunun için siyaset, uzlaşmaz zıtlıklara dayalı bir ölüm-kalım meselesi olmaktan çıkarılmalıdır. Dış ya da iç sebeplerden kaynaklanan büyük buhranlar, bu bakımdan devletlerin kaderlerini belirleyecek yol ayrımlarıdır. 15 Temmuz’da FETÖ terörüyle sarsılan Türkiye, 7 Ağustos’ta böyle bir kavşaktan döndü. Milyonlar, dar siyasi aidiyetlerinin ötesinde bir bütünün, Türk milletinin parçası sıfatıyla devletin sahibi olduklarını ilan ettiler. Büyük bir gelincik denizinin ortasında, şuurlarında devlete açılan Yenikapı’dan içeriye adım attılar.

***

Bu büyük hadiseden yeni bir geleceğin inşasına yönelebilmek için karşımızdaki toplumsal enerjinin potansiyellerinin iyi idrak edilmesi gerekiyor. Milli Mücadele İstanbul’unun buhranlı atmosferinde yüzbinleri buluşturan Sultanahmet Mitingleri anlamlandırılırken dağarcığımıza eklenen “mefkûre”, bize bu noktada yardımcı olabilir. 

Bu kavramı fikir dünyamıza kazandıran Gökalp “mefkûreyi”, toplumsal enerjinin infilak halinde ortaya çıkışını ve kurucu/inşa edici somut hedeflere yönelme imkanlarını tasvir için kullanır. Mefkûre, 7 Ağustos’taki gibi “galeyanlı toplantılarda” doğar ve millete “ruh üfler”. Rahmetli Nevzat Kösoğlu, mefkûreyi şu şekilde açıklar: “Bir millet büyük bir felakete uğradığı, varlığı tehlikeye düştüğü zaman ferdî şahsiyetler silinir, herkesin ruhunda millî şahsiyet yaşar... Felâketler kalpleri birleştirir, tek yürek yapar; bundan mefkûre doğar ve daha sonra dal-budak salar, çiçeklenir, yeni kurumlar oluşturur.” 

Nitekim Yenikapı bize, gündelik hayatın ve yıpratıcı siyasi kavgaların parçalayıp dağıttığı insanların, nasıl yeniden güçlü duygularla kenetlenebileceğini gösterdi. Milyonlar, aralarındaki ortak bağları hissettiler ve benliklerinin derinliklerinden kopan coşkuyla Türk milletinin evladı olduklarını idrak ettiler. Yeni bir mefkûrenin doğuşu için gerekli bu enerjinin gelip-geçici olmaması, toplumsal dokumuz ve kurumlarımızdaki tahribatın tamirini kolaylaştırarak kalıcı sonuçlar doğurması ise bazı faktörlere bağlı. 

Öncelikle, siyasi liderlerin meseleye “taktik” bir gözlükle bakmayıp 7 Ağustos’ta çizdikleri portreyi muhafaza etmeleri gerekiyor. Yenikapı ruhu, Türk siyasetinin yeni normal zemini kabul edilmezse meydandaki heyecanı gazete manşetlerinde kalmış bir hatıra, kaçırılmış bir fırsat olarak hatırlayacağız. Siyasetin yeni bir mecrada akması için gerekli irade, partiler arasındaki ilişkileri hem üslup hem de muhteva bakımından Yenikapı ruhunun ekseninde tutacak bazı inisiyatiflerle de desteklenmelidir. Bu doğrultudaki diyalog köprülerini güçlendirecek mekanizmaların kuruluşu ve işleyişi ise ancak Cumhurbaşkanı, Başbakan ve siyasi parti liderlerinin sorumluluk üstlenmeleriyle mümkün.

İkinci olarak, Yenikapı’dan bir mefkûrenin doğabilmesi için meydanlardaki ruhun söze dökülmesi, siyasi ve sosyal hayatımıza yön verecek ilkelere dönüştürülmesi lazım.Milyonların üst başlığını, “millet olmak” şeklinde verdiği bu ruhun kurumlarımıza ve toplum hayatımızın muhtelif yönlerine sirayet ederek kalıcılık kazanması için aydın girişimlerinin, üniversitelerin, düşünce üreten diğer mahfillerin ve medyanın samimi gayretlerine ihtiyacımız var. Yapılması gerekenler listemiz hayli uzun. Ancak öncelikle, devlet ve millet hayatını epeyce daha zehirleme potansiyeline sahip “şüphe” virüsünü bertaraf edecek bir “güven” ikliminin maddi ve psikolojik alt yapısını tasarlamalıyız. Bunun için, 15 Temmuz’dan çıkaracağımız derslerle devletin yeniden yapılandırılmasından dini hayatın örgütlenişine, ekonomiden eğitime kadar pek çok alanda düzenlemeler ve başlangıçlar yapmak zorundayız. 7 Ağustos ruhundan kalıcı bir mefkûre ancak böyle inşa edilebilir.

Bu tartışmalar esnasında, çok ciddi bir iç ve dış tehlike çemberiyle kuşatıldığımızı ve güvenlik sektöründeki kurumlarımızın ağır hasarlı olduğunu da unutmamalıyız. Küre ölçeğinde hayli zamandır ekilen kin ve nefret tohumlarının en kanlı meyvelerini vermeye başladıkları bir dünyada, cehenneme çevrilen bir coğrafyanın ortasındayız. Büyük güçler arasında basamak basamak yükselen gerilim ve rekabet, sınırlarımızın hemen dibindeki çatışmaların çehresini değiştiriyor. Neredeyse tüm önemli devletlerin şu ya da bu büyüklükteki askeri unsurları, değişik vesilelerle etrafımızdaki bölgelerde mevzileniyor. Eş zamanlı olarak da; PKK, DHKPC, DAEŞ, FETÖ gibi etnik ve dini motifli terörün türlü biçimleri art arda can evimize nişan alıyorlar. Türk milleti, yeniden ateşle imtihanının muhtelif safhalarını yaşarken 7 Ağustos ruhu gibi tekrarı çok zor bir fırsat yakaladı. Bu fırsatı heder etmemek, çatısı altında herkesi toplayabilecek bir “Devlet” tasavvuruna açılan Yenikapı’yı ayakta tutmak mecburiyetindeyiz...

Zor Zamanlarda Millet Olmak...

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

Türk milleti, yeniden ateşle imtihan ediliyor. Cenab-ı Allah'ın yardımı ve kahraman dedelerimizin cansiparane fedakârlıkları sayesinde büyük bir yeryüzü yangınından kurtararak bugünlere taşıdığımız Türkiye’miz, belirli açılardan yüzyıl önce yaşadıklarımıza benzeyen tehditlerle karşı karşıya. Küre ölçeğinde hayli zamandır ekilen kin ve nefret tohumlarının en kanlı meyvelerini vermeye başladıkları bir dünyada, cehenneme çevrilen bir coğrafyanın ortasındayız. Büyük güçler arasında basamak basamak yükselen gerilim ve rekabet, sınırlarımızın hemen dibindeki çatışmaların çehresini değiştiriyor. Neredeyse tüm önemli devletlerin şu ya da bu büyüklükteki askerî unsurları, değişik vesilelerle etrafımızdaki bölgelerde mevzileniyor. Bu yüzden PKK, DHKPC, DAEŞ, FETÖ gibi etnik ve dinî motifli terörün türlü biçimlerinin art arda canevimize nişan alışları bir tesadüfün eseri değil.

 

Tarih bir kez daha makas değiştirirken geleceğimize kasteden bu dev fitne dalgasını bertaraf edebilmek için “millet olma şuuru” gibi manevi direnç kaynaklarımızdan beslenmeye muhtacız. Yaşadıklarımızın ışığında millet üzerine tefekkür etmek, bu kuvvet pınarından layıkıyla faydalanmamızı kolaylaştıracaktır.

 

“Millet”i anlamak için yürütülen çalışmalar ve yapılan akademik tartışmalar, muazzam bir literatür oluşturuyor. Bu ummanı kulaçlamaya başlayanlar, kısa sürede şunu fark ederler. Kütüphane raflarını dolduran binlerce cilt, bir temel soru etrafında kaleme alınmıştır: “Tek tek fertler, millet ölçeğinde ‘biz’ şuuruyla birbirlerine nasıl bağlanırlar?” Buna verilen en önemli cevaplardan biri, Türkiye’mizi darbe terörüne karşı kenetleyen birlik ruhuna benzer örneklere dayanır. Büyük buhranlar, milletleri doğuran ana rahmidir. 15 Temmuz gecesi, tesadüf eseri yan yana gelmiş yığınlar değil de “biz şuuru”na sahip bir millet olduğumuz için ufkumuza çöken karanlığa teslim olmadık. Omuz omuza verilen bu mücadelenin hatıraları da “biz şuurumuzu” geleceğe taşıyacak yeni bir manevi enerji üretiyor. Yani, millet olduğumuz için tehditlere karşı ortak refleksler gösterebiliyoruz. Sergilediğimiz müşterek tavırların gönlümüze işlenen hatıraları sayesinde de millet kalabiliyoruz.

 

Bu çift yönlü ilişkiyi daha iyi kavrayabilmek için yüz yıl önce lügatimize giren bir kavramı hatırlamalıyız: mefkûre. Büyük bunalımlar mefkûrelere, mefkûreler de milletlere hayat veriyor. Bize, mefkûrelerin tıpkı 15 Temmuz gecesi ve sonrasındakiler gibi “galeyanlı toplantılar”da doğduğunu ve millete “ruh üflediğini” Gökalp göstermiştir. Rahmetli Nevzat Kösoğlu, bu düşünceyi şu şekilde ifade eder: “Bir millet büyük bir felakete uğradığı, varlığı tehlikeye düştüğü zaman ferdî şahsiyetler silinir, herkesin ruhunda millî şahsiyet yaşar. (...) Felâketler kalpleri birleştirir, tek yürek yapar; bundan mefkûre doğar ve daha sonra dal-budak salar, çiçeklenir, yeni kurumlar oluşturur.”

 

Büyük tehlikelerin tetiklediği heyecanlı toplantılar, gündelik hayatın ve yıpratıcı siyasi kavgaların parçalayıp dağıttığı insanları, yeniden güçlü duygularla kenetlenmiş bir millet hâline getirebilir. Böyle zamanlarda fertler, aralarındaki ortak bağları hissederler ve benliklerinin derinliklerinden kopan coşkuyla bir milletin evladı olduklarını idrak ederler.

 

Yeni bir mefkûrenin doğuşu için gerekli böyle bir enerji, darbe terörünün tetiklediği, Anadolu'nun en ücra bölgelerine kadar yayılan gösterilerde kendisini açığa vuruyor. Gelip geçici olmaması, toplumsal dokumuz ve kurumlarımızdaki tahribatın tamirini kolaylaştırarak kalıcı sonuçlar doğurması, bazı faktörlere bağlı. Bunların başında da “millet mefkûresi”nin doğru anlaşılması, ne olduğu kadar ne olmadığının da iyi bilinmesi geliyor.

 

Millet, birbirlerini “eşit onur”da kabul eden insanların kader ortaklığıdır. Milleti var eden objektif unsurlara dair listelerde sıralanan dil, din, tarih ve kültür gibi unsurların hepsi, bu neticenin sağlanmasına hizmet ettikleri ölçüde “millet mefkûresi” bakımından değerlidirler. Ancak örneğin kelimeler, gönülleri birleştirmek yerine komşuyu komşudan ayıran nefret ideolojilerinin emrinde birer savaş aracına dönüşmüşlerse aynı dili konuşmak, millet olmamıza yetmez. Yahut, mukaddes dinimizin yüce ilkeleri, yüzünü aynı kıbleye çeviren insanlar arasına husumet sokmak için tahrif ediliyorsa sadece lafızda kalan dindaşlığımız millet olmamızı sağlamaz. Uzun asırlar boyunca aynı devletin çatısı altında yaşayarak ürettiğimiz müşterek tarihin hatıraları, sürekli kavgaların malzemesine dönüştürülüyorsa millet olmanın huzurunu yüreklerimizde hissedemeyiz. Söz konusu durum, köken ve akrabalık bağlarımız bakımından da geçerlidir. Bu yönüyle millet, her gün farklı kesimlerden millettaşlarımızla kurduğumuz ilişkiler esnasında yenilenen gündelik bir referandumdur. Birliğimizi ve istikbale beraberce yürüme irademizi, karşılıklı olarak sergilediğimiz tavırlarla her gün yeniden oylarız.

 

Türk milleti mefkûresine saldıran farklı renklerdeki terör örgütleri, ideolojik tuzaklarını işaret ettiğimiz noktalar üzerine kuruyorlar. Bunlarla layıkıyla mücadele edebilmek için bölücü ve yıkıcı unsurların yaslandıkları zihniyet dünyalarını doğru tahlil edebilmeliyiz.

 

Ayrılıkçı terör örgütleri, millet çatısı altındaki zenginliklerimiz olan etnik kimlikleri çatışma sebebi hâline getirmeye çalışıyorlar. Millet, farklılıklarımızla ortaklıklarımızı uyum içinde tutarak bize barış, zenginlik ve huzur dolu bir dünyanın kapılarını açar. Millet hayatı, komşularımızla etnik kökenlerini tehdit saymadan ilişki kurmamızı temin eder. Devlet dairesinde karşımıza çıkan görevlinin, çarşıda alışveriş yaptığımız esnafın kökenini merak etmeyiz. Millet hayatı, okullardan kışlalara çok geniş bir sosyal kurumlar yelpazesi içinde bizi buluşturur. Yalnızca doğduğumuz yörede değil, vatanımızın her yerinde “evimizde” hissetmemizi sağlar. Büyük bir ekonominin ve güvenli bir ülkenin nimetlerini önümüze koyar. Üstelik millet, küreselleşme süreçlerinde görüldüğü gibi, dış dünyadan gelen tahrip edici etkilere karşı bir dalgakıran rolü üstlenerek etnik kimlik ve kültürlerin varlıklarını sürdürmelerini de kolaylaştırır. Millet hayatı, dışarıya karşı bu koruma işlevini ifa edip beşerî çoğulculuğu desteklerken içerde de etnik kimlikleri millet mefkûresiyle ve birbirleriyle temasa sokarak ortak renklere boyar ve “saçaklandırır”. Ortak renklere boyanma, vatan toprakları üzerindeki ailevi, sosyal, ekonomik, siyasi vb. ilişkiler ağının, aynı müesseselerle uzun müddet sürdürülen etkileşimin, paylaşılan acılar ve mutluluklar tarafından asırlar boyunca inşa edilen tarihî hafızanın sonucudur. Saçaklanma, millet hayatı içerisinde ortak renklere boyanma süreci esnasında gerçekleşir. Millet çatısı altında muhtelif etnik aidiyetlerden insanlar, birbirleriyle yoğun temas imkânı bulurlar. Etnik gruplar, diğer kesimlerle temas ettikleri noktalarda köprü işlevi gören saçaklar geliştirmeye başlarlar. Bu süreç, etnisitelerin mahiyetini de değiştirir. Zamanla, etnik grupların değişik ülkelerde ayrı millet hayatları yaşayan mensupları arasındaki farklılaşma, ileri düzeylere ulaşır. Değişik etnik kökenlerden gelmekle birlikte aynı millet hayatının paydaşı olanlar ise birbirlerine yakınlaşırlar. Millettaşlık, etnik aidiyetin gücünü aşan bir mensubiyet şuuru üretir.

 

Ayrılıkçılık, etnik kimlikleri millî kimliğin ve diğer etnik kimliklerin “rakibi” hâline getirmek suretiyle bu dengeleri değiştirmeyi, uyumu bozmayı hedefler. Böylelikle de çatışmaların önünü açar. Bu yüzden, Türk milleti mefkûresi bakımından mesele teşkil eden husus, etnik çeşitliliğin doğal kültürel tezahürleri değil, etnik aidiyetlerin diğer etnik kimliklerle ve millî aidiyetle yarıştırılması, birbirleriyle zıtlık ilişkisi esasında konumlandırılmasıdır. Bu tehlikeyi, dikkatleri sürekli etnik farklılıklara çekerek değil, işlevi bizi birbirimize kenetlemek olan millî kimlik ve kültürümüzü güçlendirip kamu hayatında vurgulayarak aşabiliriz. İşaret ettiğimiz hususun anlaşılması hayati derecede önemlidir. Aksi takdirde Türkmen, Kürt, Çerkez, Arap vb. etnisitelerin doğal kültürel hususiyetleri bahane edilerek birbirlerinin ve Türk milleti mefkûresinin rakiplerine dönüştürülüp çatışmaya itilmeleri engellenemeyecektir.

 

Türkiye’mizi hedef alan diğer büyük tehdidin, dinî motifli terörün muhtelif renkleri arasında farklılıklar bulunsa da iki temel ortak nokta dikkatlerden kaçmıyor. Bunlardan ilki, dinî grubun kendisini radikal biçimde “millet”in dışında ve üstünde tarif etmesidir. Yukarıda önemine işaret ettiğimiz “eşit onura sahip sayılma”, cemaatin/örgütün yalnızca iç ilişkileriyle sınırlanmakta, geniş halk kesimleri ise ya kurtarılacak ya da kurtulunacak yığınlar olarak görülmektedir. DAİŞ gibi örneklerde bu tutum, örgüt ideolojisinin merkezine açıkça yerleştirilmektedir. Örgütün doğru saydığı biçimde inanıp yaşamayanlar tekfir edilirken, farklı inançların mensuplarını da ortak kader duygusu etrafında birleşmeye çağıran millet anlayışı şiddetle reddedilmektedir. Grup içinde kullandıkları dili, dışındakinden ayrıştıran cemaatlerde ise durum daha karmaşıktır. Kitlelere hitap edilirken başvurulan son derece kuşatıcı ve hoşgörülü yaklaşım tarzı, çekirdekteki müntesipler arasında yerini seçilmişlik inancına bırakır. Buna göre, yozlaşmış kabul edilen kitleler kendilerine uzanacak seçilmiş elleri beklemektedir. Grup içi motivasyonu yüksek tutan bu söylem, dış dünyayla ilişkiler çatışmalı bir karakter kazandığında güçlü düşmanlık duyguları üretebilir. 15 Temmuz gecesi, sivilleri merhametsizce tarayan gözü dönmüş terörü anlamaya çalışırken bu hususu gözden kaçırmamamız gerekiyor. Sokaklarda ölüm kusan namlular, ateş ettiklerinin kendileriyle eşit onura sahip millettaşları olduğuna inansalardı, Türkiye’mizi derinden sarsan bu cinayetlere kalkışabilirler miydi?

 

İkinci ortak nokta ise din duygusunun dünyevi zenginleşme amacıyla istismarıdır. Kur’an-ı Kerim’de açıkça lanetlenen bu kötülük, tarih boyunca sık sık karşımıza çıkar. 12. yüzyılda yaşayan Hoca Ahmed Yesevî, Hikmetler’inde yüce dinimizi şahsi menfaatleri için kullanan “ahir zaman şeyhleri”nden şikâyetçidir. 18. yüzyılın başında ünlü tarihçi Naima, Devlet-i Aliyye’nin başına musallat olan belaları anlatırken İslam’ı dünyevi emellerine alet eden, züht ve takvayı mal toplama aracına dönüştüren düzenbazların şerrinden Allah’a sığınır. İnsanlığın hafızasında benzerleri derin yer etmiş dersleri, yaşadığımız acı tecrübelerle bir kez daha idrak ediyoruz. Dindar gençler yetiştirmek gerekçesiyle kurulan dayanışma ağlarının ticari zenginleşme ile bürokratik ve siyasi kudret devşirme vasıtalarına dönüşümü, dehşet verici sonuçlar doğuruyor. Biriken gücü koruma ve arttırma motivasyonunun tahrik ettiği kavgalar, meyvesi ihanet ve darbe terörü olan nefret bataklıkları üretiyor. Bu sebeple, FETÖ’yü ortaya çıkaran sürecin samimiyetle tahlil edilmesi, gelecekte benzer faciaların tekrarlanmaması için yapılması gerekenler listesinin ön sıralarında yer alıyor.

 

Son olarak, şu gerçeklerin altını bir kez daha çizmek gerekir. Türkiye’mizin ufkunda biriken kara bulutların kolay dağılmayacağı bir çağdayız. Arkası kesilmeyen saldırılara karşı direncimizi arttırabilmek için elimize geçen millî bünyemizi kuvvetlendirme fırsatlarını iyi değerlendirmeliyiz. Bu açıdan bakabilirsek, sinemizde derin yaralar açan 15 Temmuz sürecinin ortaya çıkardığı millî refleks ve enerji, bizi yeni bir mefkûre dönemine taşıyabilir, tahrip olan kurumlarımızı dünün yanlışlarından sıyrılarak onarmak için bir milat teşkil edebilir. Sırtını, ay yıldızın gölgesinde “eşit onura sahip” mutlu insanlara dayayan bir geleceğe yürümek istiyorsak millet olmanın değerini, tarih şuuru ve vatan sevgisinin önemini ruh hafızasına kazımış bir halkın desteğine de muhtacız. Suriye ve Irak’taki dehşetin, vatanını yitirenlerin her gün şahit olduğumuz çilelerinin Türkiye’mizde tekrarını istemediği için meydanları dolduran gelincik denizi, bizi ümitvar olmaya davet ediyor...