7 Eylül 2016 Çarşamba

Fırat Kalkanı: Stratejik Savunma için İleri Harekât

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

Türkiye’miz, Cumhuriyet Dönemi’nin en ağır güvenlik buhranıyla yüz yüze. “Yüzyılın meydan okuması”na karşı cevap üretme çabasının bir parçası olarak giriştiğimiz Fırat Kalkanı Harekâtı’nı layıkıyla anlamlandırabilmek için öncelikle krizi üreten “büyük mesele”nin ana hatlarını hatırlamamız gerekiyor. Küresel sistem, büyük güçler arasındaki gerilimlerin tırmandığı çatışmacı bir güzergâha girmiş vaziyette. Türkiye’nin merkezinde yer aldığı coğrafya, yeni mücadeleler döneminin savaş alanına dönüşmesi doğallaştırılmış en kırılgan fay hatları üzerinde bulunuyor. Bölge ülkeleri ve Orta Doğu’daki bazıları ön-devlet büyüklüğüne erişmiş terör örgütleri, aralarında kıyasıya kapışırken kendi başlarına değiller. Her çatışma zemini, yerel unsurlar ile bölgesel ve küresel güçlerden müteşekkil ittifak silsilelerini karşı karşıya getiriyor.

Bu safhada tutuştukları bilek güreşini, birbirlerini doğrudan hedef almadan yürütmeye çalışan büyük oyuncular, artık sınırlarımızı aşarak ülkemize sıçrayan yangının içinde bir dizi hedefin peşinden koşuyorlar. Elbette hepsi, nihai resimde ortaya çıkacak yeni bölgesel dengelerin menfaatlerine uygun olmasını arzuluyor. Çıkar tanımları ve beklentileri ise geniş bir yelpazeye yayılıyor. Rakip büyük oyuncunun ve bölgesel aktörlerin sahaya tamamen hâkim olmaması, tehdit teşkil edecek örgüt ve ideolojilerin tasfiyesi, yeni haritanın itaatkâr müttefiklerin önünü açması vb. tüm çıkar listelerinde üst sıraları işgal ediyor. Ulaşılmak istenen neticeler, süreçlerin de mahiyetini belirliyor. Büyük aktörlerin müdahaleleri kadar müdahalesizlikleri de sonuçları etkiliyor. Bir sahnede, büyüyüp serpilişi kınama mesajları yüklü nutukların gölgesinde izlenen bir örgütün, sahne değiştiğinde başka yapıların desteklenmesi için mazerete dönüştürüldüğünü görüyoruz. Çatışma sürecinin içinde, “vekâlet savaşı”nın piyonları inşa ediliyor. Büyük güçler tarafından önü açılan/devşirilen/üretilen vekil örgütler, hem doğrudan hem de dolaylı hedeflere karşı kullanılıyor. “Kadim müttefikler”in, istenen politikaları kabule zorlanması da bunlar arasında…

        ***

Gittikçe ısınan küresel kutuplaşma ikliminde, kendisine uygun görülen konumu pazarlıksız kabullenmesi için sıkıştırılan Türkiye, hayli zamandır Suriye meselesinin değişik boyutlarından beslenen terör örgütlerinin saldırılarıyla sarsılıyor. FETÖ’nün 15 Temmuz’da en kanlı şekliyle karşımıza çıkan iktidarı ele geçirme, PKK’nın Türkiye’yi etnik hatlar etrafında bölme, DAEŞ’in ise ideolojisini ve örgütlenmesini Türkiye’ye ekip iç çatışmaları tahrik ederek ülkemize yerleşme hedefleri, bölgesel ve küresel hesaplarla iç içe geçerek karşımızdaki tehdidi büyütüyor. 

DAEŞ’e karşı mücadele bahanesiyle desteklenerek Suriye’nin kuzeyinde kuvvetlenmesine izin verilen PKK, “yüzyılın meydan okuması”nda çok değişkenli bir işleve sahip. Örgüt yöneticilerinin ifadelerine göre, eylem yapma tercihleri, “darbe mekaniği”ni harekete geçirebiliyor. Nitekim 15 Temmuz’a giden yolu da kendilerinin açtıklarını söylüyorlar. İkinci olarak PKK, DAEŞ’in Türkiye’ye nüfuz etme girişimlerinde katalizör rolü oynuyor. İki örgüt, Türkiye’den devşirdikleri elemanları önce Suriye’deki çatışmalarda kullanıyor. Ardından, bu militanları Türkiye’ye geri yollayıp savaşı sınırlarımızın içine taşıyarak Türk topraklarını, Suriye’deki yangının bir parçasına dönüştürmeye çalışıyorlar. Birbirleriyle çatışan DAEŞ ve PKK’nın çıkarları, devlet otoritesini eritme hedefinde birleşiyor.

Suriye’deki varlığı, PKK’nın Türkiye’ye yönelik tehdidini çok daha güçlendirmiş, örgüte maddi ve manevi yeni imkânlar bahşetmiş vaziyette. Ankara’nın, yakın tarihimizin en büyük stratejik yanlışını yaparak göz yumduğu kantonlaşma süreci, PKK’ya büyük güçlerle doğrudan temas, belirli bir coğrafyayı yönetebilme deneyimi, nitelikli silahlar ve DAEŞ’le çatışma üzerinden dünya kamuoyunda propaganda imkânları sağladı. PKK, şimdiye dek kazandıklarını koruyabilmek için kantonlar arasında kalan boşluğu da tamamlamak ve bütünlüğü olan, petrole sahip bir bölgede kök salmak istiyor. Burada kurulacak PKK yönetiminin, zamanla Erbil merkezli ön-devlet oluşumunu da denetimi altına alabileceğini düşünmek gerekiyor. Güney sınırımızı baştanbaşa kuşatacak, petrol zengini ve Türkiye’ye ölümüne düşman bir PKK devleti ile komşuluk ihtimali, çok ciddi bir tehdit olarak karşımızda duruyor. Böyle bir yapının tüm enerjisini Türkiye’yi istikrarsızlaştırma hedefine yöneltmek isteyeceğini düşünmemek ise imkânsız.

 Şimdiye kadarki adımlara baktığımızda, “Fırat Kalkanı”nın, DAEŞ ve PKK’dan kaynaklanan tehdide karşı bir “stratejik savunma” hamlesi olarak tasarlandığını söylemek mümkün. Taktik savunmayı, Türkiye’deki saldırıları engellemek amacıyla yurt içinde yürütülen, muhtemel hedefleri teröre karşı koruma ve örgütlerin kadrolarını tasfiye faaliyetleri olarak tarif edebiliriz. Stratejik savunma ise bir adım öteye geçilerek terörün komşu coğrafyalarda kalıcı ve güçlü karargâhlar inşa etmesinin önlenmesini hedefliyor. Bu hamlenin başarısı, farklı alanlardaki birçok faktöre bağlıdır.

Öncelikle, Harekât’a Fırat’ın batısıyla sınırlı kalması ve DAEŞ’i hedef alması kaydıyla itiraz etmeyen ABD’nin muhtemel yol haritasını iyi değerlendirmek gerekiyor. Washington’un zihnindeki modelin Türkiye’nin Erbil yönetimiyle ilişkilerinin tarihsel evrimini esas aldığını düşünmek mümkün. Washington, Ankara’nın, sınırlarındaki PYD oluşumunu kabullenerek sindireceği bir geleceği arzuluyor. Bunun gerçekleşmesinin, Türkiye’nin PKK meselesini içerde ve dışarda askerî yöntemlerle çözemeyeceğine ikna edilmesiyle mümkün olacağını düşünüyor. İkna sürecinin başarısı ise Türkiye’nin faturayı açıktan ABD’ye çıkaramayacağı bir dizi olumsuzluk sebebiyle batağa saplandığı vehmine kapılmasına bağlıdır. Fırat Kalkanı Harekâtı sırasında yaşanabilecek “sürpriz” gelişmeler, öngörülemeyen askerî zorluklar, içerde kargaşa yaratmayı hedefleyen kışkırtmalar, terör ve propaganda faaliyetleri ile dünya kamuoyunu harekete geçirmeyi hedefleyen kampanyalar, karşımızdaki risk haritasının öne çıkan başlıkları arasında. Bunlara Rusya, İran, İsrail ve Esed yönetiminden Körfez’e uzanan bir hatta yaşanması muhtemel, Türkiye’nin işini zorlaştıracak diplomatik dalgalanmaları da eklemek lazım. En kötü senaryoda, bu risk unsurlarının önemli bir kısmının hakikate dönüştüğünü görürsek “çözüm sürecinin canlandırılması” talepleri eşliğinde, Türkiye’ye bir “çıkış kapısı” işaret edilecektir. O kapının ise bırakın Suriye’deki güvenlik kalkanını korumayı, orta vadede iç sınırların çizilmesine varabilecek karanlık bir geleceğe açılacağını söylemeye bile gerek yok. Ayrıca, iradesi kırılacak bir Türkiye’nin, dünyaya yeni çehresini verecek “büyük mesele”de kendisine tayin edilen rolü kabullenmeye mecbur edileceğini de unutmamalıyız.

        ***

Önümüzde, bu kâbusa uyanmamak için siyasi, diplomatik ve askerî alanlarda hata kabul etmeyen adımlar atmamız gereken aylar var. “Yenikapı ruhu”nun siyaset kurumuna kazandırdığı birlik çehresinin korunması, Mehmetçiğin iç istikrarsızlık sebebiyle yarı yolda kalmasını engelleyecek en güçlü sigortamızdır. Gelecek seçimlerden önce, ülkemizin geleceğini düşünecek siyasi kadroları tarihimizin hayırla yâd edeceği günlerdeyiz. Suriye’de inşaya çalıştığımız kalkanı, vaktiyle Kıbrıs meselesinde gösterilene benzer hassasiyetle, partiler üstü bir mesele olarak sahiplenebilmeliyiz. Bizi girdiğimiz zorlu vadiden ancak, iktidarın bu iklimin tesisine ve korunmasına yönelik atacağı adımlar, işleteceği mekanizmalar ve muhalefetin sergileyeceği olgunluk çıkarabilir.

Diplomatik alanda dengeleri gözeten bir dile ve politikaya çok fazla ihtiyacımız olacak. Bu dönemde, yalnızca sonuçlara odaklanan, dış politikayı içerde tükettiği için esnekliğini yitiren bir diplomasi, Türkiye’nin önünü tıkayacaktır. “Süreç”i merkeze almalı, temel ulusal güvenlik meselelerimizin üzerine giderken elimizin serbest kalması gereken zamanı kazanmamız gerektiğini hatırdan çıkarmamalıyız.

Askerî planlamayı mümkün olduğunca hızlı sonuç alacak şekilde yapmalı, meselenin dünyaya takdiminde de gerektiğinde “çıkış” imkânı sağlayacak bir pozisyonu korumalıyız. Türk ordusu, sahadaki esas askerî güç olsa da Suriye’deki müttefiklerin rolünün vurgulanması ihmal edilmemeli. Türkiye, savaşı hem muharebe meydanında hem de iletişim çağının platformları üzerinden yüreklerde ve zihinlerde kazanmak zorundadır. FETÖ darbesinin ve üzerimize her gün yenileri fırlatılan fitne bombalarının yarattığı hasar ne olursa olsun, doğru adımları atarken birliğimizi koruyup haklılığımıza inancımızı yitirmezsek “yüz yılın meydan okuması”ndan alnımızın akıyla çıkabilecek kudretteyiz. 

Allah yardımcımız olsun...

2 Eylül 2016 Cuma

Türk kamuoyu ABD’yi niçin ‘makul şüpheli’ sayıyor?

Mehmet Akif Okur

15 Temmuz darbe girişimiyle ABD arasındaki ilişkinin mahiyeti üzerine başlayan tartışma, sokak aralarından ekranlara, Meclis koridorlarından diplomatik kulislere kadar her mekânda sürüyor. Darbe teröründen sorumlu sayılmasına itiraz eden Amerikan tarafı, hangi “kanıtlara” göre suçlandığını soruyor ve hakkındaki tüm iddiaları “komplo teorisi” ilan ediyor. Öte yandan Türk toplumunun ezici çoğunluğu, tarihimizde ender görülen genişlikteki bir mutabakatla Washington’u darbeden sorumlu tutuyor. “Kanıt” terminolojisine biraz daha yakından bakarak tarihe doğru kısa bir yolculuğa çıkmak, bizi bu gerilimin tahlilini kolaylaştırabilecek bazı ipuçlarına götürebilir.

***

Bir topu doldurduğunuzu ve nişan aldığınız hedefi tek atışla vurduğunuzu varsayın. Saldırıdan sorumlu olduğunuza dair “kanıt”, ateşleme mekanizmasına yakınlığınızı göstermek durumundadır. Topu bizzat ateşlemiş ya da mühimmatı hazırlayıp atışı başkasına yaptırmış olabilirsiniz. Buna benzer başka senaryolar da hatıra gelebilir. Ancak, her halükarda fail-fiil ilişkisinin izi, sınırlı sayıda ihtimal üzerinden ve dar bir zaman dilimi mercek altına yatırılarak sürülecektir.

Top mermisi çekirdeğinin yirmide biri kadar metali küçük bilyeler haline getirdiğinizi ve bunları hedefinizin ayağı kaydığı zaman hayati tehlike yaşayacağı bir güzergâha dağıttığınızı düşünün. Artık hedefinizle aranızdaki uzaklık, ateşleme mekanizması mesafesine kıyasla açılmış vaziyettedir. Bilyelerin serpilmesiyle, hayatına kastettiğiniz kişinin istediğiniz yola girişi arasındaki zaman aralığı genişledikçe yaşanacaklarla ilişkinizi inkâr imkanınız da artacaktır. Kurbanın kendi dikkatsizliği sebebiyle bir kazaya uğradığını söyleyebilir, üzüntülerinizi dile getirebilirsiniz. İsterseniz tartışmaya, ayak sürçmesine bilyelerin sebep olduğunu tümden reddederek de başlayabilirsiniz. Sizi suçlayacak olanlar, farklı renk ve büyüklükteki bilyelerin aynı tezgahta döküldüğünü ve bir plan dâhilinde yola yerleştirildiğini ispata uğraşacaklardır. Geçilecek yolu önceden kestirdiğinizi, hatta kurbanı yönlendirdiğinizi “kanıtlamak”, şüphesiz ki meşakkatli bir iş olacaktır.

Türkiye’yi, ABD’nin darbeyle ilişkili olduğuna inandıran tezler, bu ikinci senaryonun değişik versiyonlarına dayanıyor. Kamuoyunun hızla ikna oluşunda ise şu üç ana husus etkili. Öncelikle ABD, benzer nitelikte hatta daha sofistike planlamalar yapabilecek kudrette bir devlet olarak görülüyor. İçinden geçtiğimiz çağın mücadelelerinde de sosyal gücün, vekil örgüt ve yapılanmaların kullanımıyla sonuç alma arayışının revaçta olduğu biliniyor. İkinci olarak, ABD’nin FETÖ’den PKK’ya uzanan “bilyelerle” münasebetleri yıllardır gündemimizden düşmüyor. Son faktör ise, ABD’nin darbeler tarihimizdeki yerine dair güçlü kanaatler. Geçmişin hatıraları zihinlerde kor halinde yaşıyor. Aktüel siyasi tartışmalar, akademik çalışmalar, belgeseller, sinema filmleri, TV dizileri... Türkiye’nin darbelerle dolu kasvetli mazisini toplumsal hafızamızda güncel tutuyorlar.

***

Bu atmosferin de tesiriyle ABD arşivleri (NARA) ile arşiv belgelerine haiz Başkanlık ve üniversite kütüphanelerinde Türkiye’deki darbeler üzerine yürüttüğüm çalışmalar, bazı önemli gerçekleri karşıma çıkardı. ABD’nin 27 Mayıs ve 12 Eylül’de demokrasi rafa kaldırılırken sergilediği tavırlar ve darbecilerle ilişkileri, günümüze kadar intikal eden şüphe bulutlarının kaynağını oluşturuyor. Nitekim belgeler, Washington’la ilgili soru işaretlerinin hiç de mesnetsiz olmadığını gösteriyor.

Örneğin, Türkiye’de 27 Mayıs üzerine yapılan çalışmalardaki önemli tartışma başlıklarından biri, ABD’nin darbeden haberdar olup olmadığı meselesidir. 25 Mayıs’ta ABD Başkanı Eisenhower’ın önüne konulan “çok gizli” ibareli bir istihbarat notunda, cuntanın kendisine lider aradığı bilgisiyle karşılaşıyoruz. Buradan ABD’nin 27 Mayıs cuntasını bildiği ve izlediği sonucuna varmamız mümkün. Dışişleri evrakı, söz konusu dönemde Menderes’le ABD diplomatik misyonunun sık sık bir araya geldiğini de gösteriyor. Eisenhower’ın Menderes’e son mektubu 21 Mayıs tarihinde iletilmiş, 27 Mayıs’tan hemen önce başka vesilelerle de temaslar gerçekleşmiş. Ancak bu randevuların hiçbirinde, NATO üyesi müttefik ülkenin seçilmiş Başbakanı cuntaya karşı uyarılmamış. Büyükelçi Warren’ın raporları, ABD’nin darbeden sonra cuntayı Türkeş liderliğindeki Milliyetçiler ile Gürsel’in dâhil olduğu Batıcılar şeklinde iki gruba ayırarak değerlendirdiğini belgeliyor. Türk-Amerikan ilişkilerinin 1960’dan sonraki yapısı, ilk grubun tasfiyesiyle ikinciler üzerinden şekillendirilmiştir.

12 Eylül’e giden yolun bazı önemli noktalarını da belgeler üzerinden izleyebiliyoruz. Türkiye’de bir darbe ihtimalinin Beyaz Saray’da ilk telaffuz edilişine, 30 Ocak 1978’de Paul Henze tarafından ABD Başkanı Jimmy Carter’ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski’ye yazılan notta rastlıyoruz. Henze, 1 Haziran 1979’da ise “Ordu yanlısı darbe tertipleyicisi olması muhtemel bir grubun” ABD’nin Ankara Büyükelçisi ile temasa geçtiği notunu düşer. Bir ay sonra, CIA tarafından hazırlanan kapsamlı Türkiye raporu Beyaz Saray’da dağıtılır. Rapordaki bazı tavsiyeler, darbeden sonraki hükümet programlarında karşımıza çıkacaktır. Henze’nin 12 Eylül’e giden dönemdeki Beyaz Saray yazışmaları, darbeyi yapacak komuta heyetinin ne kadar güvenilir olduğunu vurgulayan satırlarla doludur. “Bizim çocuklar”, Başkan’ın kadrosuna övülerek tanıtılır. Elbette hiç kimse NATO müttefiki Türkiye’nin seçilmiş makamlarını darbe tehlikesine karşı uyarmayı aklının ucundan geçirmez.

Aynı dönemde ABD’nin Türkiye’den jeopolitik beklentileri de birikmektedir. Darbeden altı ay kadar önce, SSCB’nin müdahalesi halinde İran’ın petrol bölgelerinin Türkiye üzerinden işgali senaryosu Beyaz Saray yazışmalarına yansır. Ankara’daki sivil hükümetle bu hususa ilişkin temasların sonucu olumsuzdur. Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü için Türk vetosunun kaldırılması talebi de masanın üzerindedir. Benzer bir dizi başka mesele darbenin ardından Washington’u memnun edecek şekilde çözülür. 12 Eylül günü Beyaz Saray gayet rahattır. Darbe “anlayışla” karşılanır. Kenan Evren’in Carter’a teşekkür mektubu ve akabinde NATO’daki vetomuzun kaldırılışıyla ilişkiler aksamadan devam eder.

Özetlediklerim, sadece uzun yıllar sonrasında erişilebilen bilgi parçaları. ABD’nin darbeler galerimizdeki tam çehresi, henüz gün yüzüne çıkmamış arşivlerde saklı. Bilinmezlik örtüsü ise Türk milletinin Amerikan politikaları hakkındaki olumsuz kanaatlerini hafifletmiyor, aksine perçinliyor. Oysa 2009’da Obama, hakikati samimiyetle ortaya koymanın “yeni başlangıçlar” için güven tazelenmesinde rol oynayabileceğini göstermişti. Amerikan Başkanı, Mısır konuşmasında İran’daki 1953 darbesini ülkesinin yaptığını itiraf etti. 2013 Ağustos’unda da CIA, İran darbesindeki rolüyle ilgili belgeleri yayınladı. Bir gün, Türkiye temalı benzer içeriğe sahip bir konuşmanın yapılışına şahit olur muyuz?

Bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Ancak, iki ülkenin karşısında, dönülürken Türk kamuoyunun tatminini de gerektiren zorlu bir kavşak var. Küresel ve bölgesel dengelerdeki değişimler, büyük mücadelelerle dolu geçecek bir istikbalin habercisi. Türk-Amerikan ittifakının tarihindeki belki de en ağır bunalımın aşılması için Türkiye öncelikle iki ana şey istiyor. Bunlardan ilki; Ankara’nın Türkiye’yi, NATO’ya girişimizle birlikte bürokrasiden sivil topluma kadar geniş bir alanda örülmeye başlanan nüfuz ağlarının vesayetinden azade olarak yönetme iradesinin ‘özde’ kabul edilmesi. Diğeri de FETÖ ve PKK gibi bilyelerin Ankara’ya teslimi/tasfiyelerinin kolaylaştırılması. Bölgesel ve küresel jeopolitiğe dair vizyon ortaklığı için gerekli müzakerelerin akıbeti, bu yeni zeminin tesisiyle yakından ilişkili. Şüpheniz olmasın, yalnızca biz değil, birçok önemli başkent de Biden ziyaretini, bu doğrultuda bir ilk adımın atılıp atılmayacağını merak ederek izliyor.