12 Ağustos 2016 Cuma

Krizdeki Küreselleşme (cilik) 2: Brexit ve Karabudunun İsyanı

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

“Brexit, Avrupa’ya olduğu kadar Londra’ya, Küreselleşmeye ve çok kültürlülüğe karşı bir seçimdi.” 

Craig Calhoun

(London School of Economics Rektörü)

 

İngiltere'nin AB üyeliğinin akıbeti için yapılan referandumu Birlik'ten çıkışı savunanların kazanması, "küreselleşme paradigmasının çözülüşüyle ilgili hayli zamandır devam eden tartışmaları dünya gündeminin ilk sırasına yerleştirdi. Resmî sonuçların açıklanmasının ardından gelen tepkiler, bir önceki yazımızda işaret etmeye çalıştığımız gibi, dünya sisteminin ne kadar kritik bir eşikte olduğunu inkâra yer bırakmayacak biçimde gözler önüne seriyor. Bir tarafta çıkarları, değerleri ve beklentileri küreselleşmenin ürettiği dünyaya dayanan kesimlerin kimi zaman mantık sınırlarını zorlayan tepkileri, diğer yanda da Atlantik'in her iki yakasında rüzgârı arkasına aldığını düşünen küreselleşme karşıtı kadroların kazandığı dinamizm var.

 

İlk saftakiler, referandumla ağır bir yenilgi almış olsalar da hâlâ yerleşik düzeni temsil etmenin imkânlarına sahipler. Birikmiş mali ve siyasi güçlerine, medya ağlarına ve entelektüel sermayelerine dayanarak kitleleri, İngiltere'de yaşananların, tersine çevrilebilecek bir yol kazasından ibaret olduğuna ikna için çalışıyorlar. Örneğin; AB'den çıkış yönünde oy kullananların pişmanlıklarına ve genç seçmeni AB taraftarı gösteren anketlere dair seçilmiş haberlerle referandumun tekrarı talebini gündeme taşıyorlar. Karşılarındaki seçmen topluluğunu; daha az eğitimli, yaşlı ve ırkçı olduklarını vurgulayarak değersizleşti- riyorlar. Bunu yaparken halkoyuna karşı takındıkları genel tutum, aslında meselenin esasını teşkil eden, küreselleşmeci elitizmin demokrasi sorununu karşımıza çıkarıyor. Küreselleşmeci ideoloji, doğrudan demokrasiyi, “sürprizlere” açık doğası sebebiyle istikrar bozucu bir mekanizma olarak görüyor. Brexit, küreselleşmeci akademik kadronun tamamında bu kanaati perçinlemiş vaziyette.

 

Referandumun galipleri ise, AB üyeliğinin kurduğu düzenden kimlik, sosyo-ekonomik statü gibi sebeplerle memnuniyetsiz geniş kitlelerden açık ya da örtülü ırkçılık yapan, İslamofobik ve göçmen karşıtı gruplara kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Çizdikleri bu karmaşık manzara sebebiyle, İngiliz tarihinde yönetici kesimlere karşı isyan eden köylü kitlelerine benzetiliyorlar.Eskiye düşmanlar, ancak yeniyi kuracak kuşatıcı bir dünya görüşüne ve organizasyona sahip değiller. Bu kesimin siyasi aktörleri, Küreselleşme paradigmasının başarısızlığına duyulan tepki dalgası üzerinde yükseliyorlar. Değişik renkleriyle ırkçılığı ise seçmen tabanları için kolay bir yapıştırıcı ve seferber edici motivasyon unsuru olarak kullanıyorlar. Ancak bu noktada, hem İngiltere özelindeki hem de küreselleşmeyi inşa edip yararlanmış Batı dünyasının genelindeki çalkantıyı, basit bir ırkçı kabarışa indirgeme yanlışlığına düşmemek gerekiyor. Batı medeniyetini defalarca intiharın eşiğine getiren ırkçı dalganın yükselişinde, Avrupalı elitlerin demokrasi ve milliyetçiliğin buluştuğu çizgide biriken toplumsal taleplere sırtlarını dönüşleri pay sahibidir. AB üyesi ülkelerde yıllardır tartışma konusu olan milliyetçi talepleri; millî egemenlik, yönetici iradenin seçimler aracılığıyla millete dayanması ve millî kimliği var eden değerlerin korunması üçlüsüyle özetlemek mümkün. Bunların uzun süreli göz ardı edilmesinin doğurduğu tepkiler, değişik konuları merkezine alan protesto dalgalarıyla zaman zaman kendisini açığa vurmaktaydı. Yeni dünya konjonktüründe ise eşit vatandaşlığa ve dâhil edici millî kültür tasarımına dayanan milliyetçilikten boşaltılan alanın, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla anılan aşırı akımlarca doldurulma gayretleri görülüyor. Ancak, yukarıda özetlediğimiz milliyetçi üçgenin içinde kalan talepler, açık tartışmalarda hâlâ geniş bir kitle tarafından benimsenerek savunuluyor. Gelecekte, iktidarını yitirmek istemeyen elitler, muhalif kesimlerin talepleriyle kendi konumları arasında bir sentez arayışına girdiklerinde; yine, aşırı sağda görülen gruplar, yalnızca yabancı düşmanlığıyla çoğunluğu sağlayamayacaklarını hissettiklerinde, bu üçgene doğru ilerleyebilirler. Yani, hızlanan jeopolitik rekabet iklimini ve tehdit lerle değişen güvenlik ortamını da dikkate alırsak, milliyetçi ilkelerin Batı’da yeni siyasi merkeze adres olabileceğini düşünebiliriz.

 

İşaret ettiğimiz üçgenin potansiyelini daha iyi kavrayabilmek için İngiltere’deki referandum sürecine biraz daha yakından bakmamız gerekiyor. Oylamanın akabinde yapılan anketler, tercihlerini AB’den çıkış için kullanan seçmenlerin çoğunluğunun, gerekçelerini şu şıkkı işaretleyerek belirttiklerini gösteriyor: “Birleşik Krallık’la ilgili kararlar, Birleşik Krallık’ta alınmalıdır.”. İkinci sırada, göçle ilişkili “Birleşik Krallık’ın göç ve sınırlarıyla ilgili kontrolü geri kazanması”, üçüncü sırada ise “AB’nin hem coğrafi bakımdan hem de yetkiler açısından genişlemesi sürecinde İngilizlerin tercihlerinin hemen hiç bir tesire sahip olamayacağı kaygısı” yer alıyor. Anketin resmettiği gerekçe silsilesi, AB ile İngiliz milleti arasındaki temel sorunun, millî egemenlik meselesi olduğunu gösteriyor. Ayrılma taraftarı ana kitlenin bu tavrını, kampanyanın liderlerinden Boris Johnson’ın Telegraph’taki satırları teyit ediyor: “Ayrılma yönünde oy kullananların temelde göçle ilgili kaygılarla hareket ettikleri söylendi. Böyle olduğuna inanmıyorum. Kampanya boyunca binlerce insanla buluştuktan sonra bir numaralı meselenin ‘kontrol’ olduğunu söyleyebilirim. Yani, Britanya demokrasisinin altının AB sistemi tarafından oyulduğu ve halka şu hayati kudretin, idarecilerini seçimlerde kovma ve yenilerini belirleme gücünün, geri verilmesi gerektiği hissi hâkim. Ayrılma için oy kullanan milyonlarca insanın Britanya’nın büyük bir ülke olduğu inancından ilham aldığına inanıyorum.” Nitekim üyelikten çıkış taraftarlarının, millet iradesine dayalı demokratik meşruiyetle irtibatı hayli zayıf olan AB kurum ve uygulamalarına karşı, millî egemenliğin altını çizen talepleri savundukları görülüyor. Kuruluşundan itibaren bir elit projesi olarak hayat bulan AB’nin “demokrasi açığı”, her dönemde eleştiri konusu edilmiştir. AB, çatısı altında topladığı ulus devletlerin tek tek çıkarlarının ötesinde kolektif bir çıkarı temsil iddiasını taşımaktadır. Bunu başarabilmek için ise AB’ye aidiyet hisseden bir bürokratlar topluluğu sistemin fiilî işleyişinin merkezine yerleştirilmiştir. Atanmış orta kademede bir Avrokratın, Londra’dan aktarılan fonlar sayesinde, İngiltere’nin seçilmiş başbakanından fazla maaş alıyor oluşu, referandum kampanyası sırasında dile getirilen simgesel şikâyetler arasındaydı. Brexit taraftarlarına göre, ülkeleriyle ilgili çok az şey bilen bir Avrokratın, Brüksel’de oturarak İngiltere’de satılacak muzların ne kadar kavisli olabileceğine varıncaya kadar düzenlemeler yapması, kabul edilemez bir egemenlik ihlalidir. Yasa tasarısı hazırlayamayan, sadece Avrokratların getirdiği teklifleri görüşen AB Parlamentosunun, Brüksel-Strasburg arasındaki masraflı seyahatleri de eleştiri dolu polemiklerin konusuydu. Ayrılma taraftarları, bu etkisiz parlamentonun dışında gerçek kararların alındığı AB kurumlarına ise şeffaflığın değil, pazarlıkların hâkim olduğunu söylüyorlar. Onlara göre bir yanda millî parlamentolardaki açık tartışmalar diğer yanda ise AB’de kapalı kapılar ardında yürütülen pazarlıklar var. AB’nin kurumları diplomasi, millî devletin kurumları ise demokrasi demektir.

 

AB’nin halk iradesinden hoşlanmayışının ardında, uzun vadeli deneyimleri yatıyor. Zira tarih boyunca Avrupalı seçmen, elitlerin önüne koyduğu projelere defalarca arkasını döndü. Sandıktan çıkan iradenin Avrokratların gösterdiği yöntemlerle kuşa çevrilmesi gibi uygulamalar ise, AB ile kitleler arasındaki bu aracılığıyla güvensizliği daha da perçinliyor. Söz konusu durumun en çarpıcı örneklerinden biri Lizbon Anlaşması’nda yaşanmıştı. 2005’te Fransa ve Hollanda vatandaşlarının referandumda reddettiği bazı hükümler, halkoyuna sunulması gerekmeyen Anlaşma’nın maddelerine dönüştürülmüştü.5

 

AB’nin tarihi boyunca, elitlerle kitleler arasındaki gerilim ortadan hiç kalkmadı. Ancak AB, ekonomik ve sosyal refaha olumlu katkıda bulunduğu sürece, büyük ve açık çatışmalar yaşanmadı. Sistem sancılı süreçlere girdiğinde ise tartışmaların şiddeti yükseldi. İngiltere’nin AB üyeliğinin de gerçekleştiği 1970’lerden bu tarafa gelir eşitsizliği büyüyor. Bu durum, elitlere ve AB’ye karşı güvensizliği, geçmişe yönelik de nostaljik bir özlemi besliyor. AB’den çıkmak isteyen seçmenlerin 45 yaş üstü gruplarda oran olarak artması, bu hakikatin bir göstergesi. İngiltere’nin AB üyesi olmadığı günleri hatırlayan bu seçmen kesimi, dün-bugün arasında kıyaslama yapabilecek konumda. 1960’lar, 70’lerin kriz atmosferine dek, milliyetçi refah devletlerinin (welfare nationalist state) ciddi büyüme oranlarıyla zenginleştikleri yıllardı. Yalnızca AB’li günleri görmüş kuşakların Birlik’te kalma arzusunu ise bilinmeyenden duyulan korkuya dayalı bir muhafazakârlık şeklinde yorumlayabiliriz. İngiltere’nin AB’den ayrılma referandumunda göç ve ırkçılık, kendi başlarına değil, AB’nin özetlemeye çalıştığımız yapısal kusurları ve kitlelerin bunlara dair yerleşik kanaatleri ile etkileşim hâlinde rol oynadı. İngiltere, Almanya’dan farklı olarak Suriye ve Irak kaynaklı yoğun bir mülteci dalgasının hedefi hâline gelmemişti. İngiltere’nin Suriye’den değerlendirmeye aldığı iltica talebi miktarı 2402’dir. Her yıl İngiltere’ye yönelen yüz binlerce kişilik asıl göç dalgasının kaynağı AB ülkeleridir. Bu coğrafyadan gelen göçmenlere karşı yükselen reaksiyonu ise İslamofobi ile açıklayamayız. Meselenin bir tarafında işleri ve ekonomik kaynakları paylaşmama tercihi, öte yanında İngiliz kimliğinin diğer Avrupalılardan da korunmasıyla ilgili kaygılar yer alıyor. Bu yüzden referandum kampanyası boyunca her iki tarafın da değişik argümanlarla kullandığı/kabullendiği “müslüman göçmen” korkusu, aslında somut olgulara değil, terör haberlerinin gölgesinde inşa edilmiş algılara ve duygusal tepkilere dayanıyordu. Birleşik Krallık’ın bileşenleriyle münasebetleri de referandum sürecinin gündemleri arasındaydı. Savunulan tezleri iyi kavrayabilmek için hafızamızı yine bir miktar tazelememiz lazım. 1975’teki giriş referandumunda AET’ye “evet” deme oranlarını Birleşik Krallık’ın bölgelerine göre en düşükten en yükseğe doğru sıralarsak, şöyle bir manzarayla karşılaşıyoruz: Kuzey İrlanda, İskoçya, Galler ve İngiltere. Kampanyaları ve referandum sonuçlarını analiz edenler, o dönemde pekâlâ İngilizlerin AET’ye “evet”, diğer bölgelerin ise “hayır” dediği bir sonucun da çıkabileceğini söylüyorlar.Bu veri, Brexit sonrasında canlanan AB-etnik ayrılıkçılık ilişkisine dair tartışmalar bağlamında özel anlamlar içeriyor. Örneğin; 1975’teki oy oranlarına göre, İskoçların AET’ye katılmak hususunda İngilizlere kıyasla daha gönülsüz oldukları anlaşılıyor. Ancak bugün, AB’nin kırk yılı aşkındır bölgeler ve etnik/ dinî azınlıklarla ilgili yürüttüğü çalışmaların da katkısıyla, bağımsızlık arzusu güçlenmiş bir İskoçya mevcut. Üstelik “Birleşik Krallık AB’den çıkarsa, İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın da Birleşik Krallık’tan ayrılacağı” tezi, referandum sonrasında hayata geçirilmeye çalışılıyor. Karşımızdaki manzara, AB’nin üye ülkelerdeki azınlıklarla kurduğu bağın, Birlik’ten ayrılma girişimlerine karşı bir sigorta gibi işlediğini gösteriyor. Bu duruma yol açan politikalarla ilgili şikâyetler yükseldiğinde AB’li yetkililer, sundukları kurumsal çatı ve uyguladıkları programlar sayesinde azınlıkların bağımsızlığa ihtiyaç duymadıklarını, böylece de üye devletlerin bütünlüğünün pekiştiğini söylüyorlar. Ancak görülüyor ki, AB’nin sağladığı tanınma, azınlık milliyetçiliklerini gevşetmiyor, aksine diri tutuyor. Birlik’ten ayrılma isteğindeki ülkelere de, kendi yolunu çizme arayışının bedelini parçalanarak ödeyebilecekleri korkusu, azınlıkları üzerinden telkin ediliyor. Bir anlamda azınlıklar, üye ülkeleri AB çatısı altında tutmaya yarayan manivelalara dönüşüyorlar. Brexit’le birlikte bu durumun görünür hâle gelmesi, pek çok ülkede çoğunluk-azınlık kimlikleri arasındaki ilişkilere ilave bir güvensizlik faktörü ekleyebilir. Bu ise daha çatışmacı bir geleceğin kapılarını açar.

 

Peki; AB, içine düştüğü bunalımdan nasıl çıkabilir? Bu sorunun kolay bir cevabı yok. Ancak, AB’nin atabileceği iki önemli adım, krizin yıkıcı etkilerini hafifletebilir. Bunlardan ilki, demokrasinin önünü “milletler Avrupası”nın egemenlik taleplerini gözeterek açmaktır. Tam aksi istikamette, egemenliği Brüksel’de daha fazla toplamak üzere girişilecek reform çabaları, tarihin dağılan imparatorlukların önüne koyduğu dersi AB’ye tekrarlatacaktır. AB, bu gerçeği kavrayabildiği takdirde, bünyesindeki demokrasi açığını temel konularda Avrupalı vatandaşlara daha çok danışarak kapatabilir; azınlıklarla ilişkisini de üye ülkelerdeki iç barışı merkezine koyarak yeniden düzenleyebilir. Atılması gereken ikinci adım ise AB’nin işaret ettiğimiz yapısal sorunlarına dayalı fay hatlarını günümüzde en rahat tetikleyen ırkçılığı/İslam düşmanlığını dizginlemektir. Şüphesiz bu sorun kolayca halledilmeyecek kadar büyük. Ancak AB, anti semitizme karşı mücadele için başvurduğu araçları aynen İslamofobiye karşı da seferber eder ve Türkiye ile işbirliğini merkeze alan bir Ortadoğu vizyonu üretebilirse bu zorlu süreçte de yoluna devam edebilir. Türkiye’nin AB içinde ötekileştirilmesi, ırkçı grupların yelkenlerini şişirirken AB’nin merkezindeki elitlerin dayandığı seçmen tabanını eritiyor. PKK gibi terör örgütlerine tanınan tolerans ise, istikrarsızlaşan Türkiye üzerinden daha çok göçmenin Avrupa kapılarına yığılması ihtimaline hizmet ediyor. Bu fasit daireyi kırmak, ancak AB’nin Türkiye ile ilişkilerini ideolojik ön yargılardan uzak, içine girdiğimiz küreselleşme sonrası çağın ruhuna uygun bir gözle, yeniden düzenlemesiyle mümkün olabilir. Küreselleşmenin model örgütlenmesi olan AB, tarihindeki en ağır depremden mümkün olduğunca az hasarla kurtulmak için reform projelerini gündemine almak zorunda. Ancak işaret ettiğimiz doğrultuda bir politika değişikliği henüz ufukta gözükmüyor.

 

1 Craig Calhoun, “Brexit Is a Mutiny Against the Cosmopolitan Elite”,

The Huffington Post, http://m.huffpost.com/us/entry/10690654.html

2 Quentin Letts, “A Peasant Revolt Upends Britain’s Ruling Elite”, The

Wall Street Journal, June 24, 2016, http://www.wsj.com/articles/apeasant-

revolt-upends-britains-ruling-elite-1466806496

3 Lord Ashcroft, “How the United Kingdom voted on Thursday… and

why”, June 24, 2016, http://lordashcroftpolls.com/2016/06/how-theunited-

kingdom-voted-and-why/

4 Boris Johnson, “I cannot stress too much that Britain is part of Europe

– and always will be”, Telegraph, 26 June 2016. http://www.telegraph.

co.uk/news/2016/06/26/i-cannot-stress-too-much-that-britain-is-part-ofeurope--

and-alw/

5 Michael Birnbaum, “7 reasons why some Europeans hate the E.U.”,

June 25, 2016, https://www.washingtonpost.com/news/worldviews/

wp/2016/06/25/7-reasons-why-some-europeans-hate-the-e-u/

6 Robert W. Cox, Production, Power, and World Order: Social Forces in

the Making of History, Columbia University Press, 1987.

7 http://www.bbc.com/news/uk-34931725,

8 Adrian Williamson, “The case for Brexit: lessons from the 1960s and

1970s”, History & Policy, 05 May 2015, http://www.historyandpolicy.

org/policy-papers/papers/the-case-for-brexit-lessons-from-1960s-and-

1970s

 

7 Ağustos: Devlete Açılan Yenikapı

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

Devlet örgütlenmesinin ilk iptidai örneklerine yazıyla başlatılan insanlık tarihi kadar eski dönemlerden itibaren rastlarız. Bu uzun yolculuğu boyunca devleti hep siyasete ve topluma dair en önemli tartışmaların merkezinde görüyoruz. Devletlerin kontrol ettikleri coğrafyadaki nüfusla ilişkileri, siyasi toplumun sınırları... Her büyük maddi ve fikri dönüşüm dalgası, zamanın ruhunda iz bırakırken devlete ilişkin bu önemli konular hakkında da tavır takınır. 

Çağa göre tezahür ediş biçimleri değişen temel meselelerin başında ise birliğin korunması geliyor. İktidarların devletin meşru üyesi sayılan grupları/kesimleri tatmin düzeyi belli bir eşiğin altına düştüğünde iç gerilim yükselmeye başlar.Söz konusu huzursuzlukların büyük istikrarsızlıklar meydana getirmeden aşılması ihtiyacını karşılamak için üretilen mekanizmalar, daima siyasi sistem tasarımlarının merkezinde yer almıştır. Devletin, iktidarı fiilen kullanan aktörleri aşkın bir kurum/kimlik olarak sadakat adresi sayılması, iktidar/muhalefet pozisyonlarının değişimi için meşru yolların tarif edilerek açık tutulması gibi. İstikrarı hızla bozan önemli faktörlerden biri, iktidarda olmanın hemen her şeyi kazandırıp muhalefete düşmenin çok şeyi kaybettirdiği algısıdır.Bu kanaatin muhtelif sebeplerle yaygınlaşması, zamanla toplumu bir savaş alanı haline dönüştürür. Herkesin benimsediği ortak çatı olarak devlet fikri zihinlerde çözülürken amansız mücadeleler, dışardan müdahalelere de davetiye çıkarmaya başlar.

Krizden çıkışın yolu, siyasi toplumun ana gövdesine paylaşılan ortaklıkları hatırlatarak rekabet ikliminin keskinliklerini törpülemekten geçer. Devlet, dengesini yönetici grubun parçası olsun ya da olmasın milletin geniş kesimlerini kucaklaştırarak bulabilir. Bunun için siyaset, uzlaşmaz zıtlıklara dayalı bir ölüm-kalım meselesi olmaktan çıkarılmalıdır. Dış ya da iç sebeplerden kaynaklanan büyük buhranlar, bu bakımdan devletlerin kaderlerini belirleyecek yol ayrımlarıdır. 15 Temmuz’da FETÖ terörüyle sarsılan Türkiye, 7 Ağustos’ta böyle bir kavşaktan döndü. Milyonlar, dar siyasi aidiyetlerinin ötesinde bir bütünün, Türk milletinin parçası sıfatıyla devletin sahibi olduklarını ilan ettiler. Büyük bir gelincik denizinin ortasında, şuurlarında devlete açılan Yenikapı’dan içeriye adım attılar.

***

Bu büyük hadiseden yeni bir geleceğin inşasına yönelebilmek için karşımızdaki toplumsal enerjinin potansiyellerinin iyi idrak edilmesi gerekiyor. Milli Mücadele İstanbul’unun buhranlı atmosferinde yüzbinleri buluşturan Sultanahmet Mitingleri anlamlandırılırken dağarcığımıza eklenen “mefkûre”, bize bu noktada yardımcı olabilir. 

Bu kavramı fikir dünyamıza kazandıran Gökalp “mefkûreyi”, toplumsal enerjinin infilak halinde ortaya çıkışını ve kurucu/inşa edici somut hedeflere yönelme imkanlarını tasvir için kullanır. Mefkûre, 7 Ağustos’taki gibi “galeyanlı toplantılarda” doğar ve millete “ruh üfler”. Rahmetli Nevzat Kösoğlu, mefkûreyi şu şekilde açıklar: “Bir millet büyük bir felakete uğradığı, varlığı tehlikeye düştüğü zaman ferdî şahsiyetler silinir, herkesin ruhunda millî şahsiyet yaşar... Felâketler kalpleri birleştirir, tek yürek yapar; bundan mefkûre doğar ve daha sonra dal-budak salar, çiçeklenir, yeni kurumlar oluşturur.” 

Nitekim Yenikapı bize, gündelik hayatın ve yıpratıcı siyasi kavgaların parçalayıp dağıttığı insanların, nasıl yeniden güçlü duygularla kenetlenebileceğini gösterdi. Milyonlar, aralarındaki ortak bağları hissettiler ve benliklerinin derinliklerinden kopan coşkuyla Türk milletinin evladı olduklarını idrak ettiler. Yeni bir mefkûrenin doğuşu için gerekli bu enerjinin gelip-geçici olmaması, toplumsal dokumuz ve kurumlarımızdaki tahribatın tamirini kolaylaştırarak kalıcı sonuçlar doğurması ise bazı faktörlere bağlı. 

Öncelikle, siyasi liderlerin meseleye “taktik” bir gözlükle bakmayıp 7 Ağustos’ta çizdikleri portreyi muhafaza etmeleri gerekiyor. Yenikapı ruhu, Türk siyasetinin yeni normal zemini kabul edilmezse meydandaki heyecanı gazete manşetlerinde kalmış bir hatıra, kaçırılmış bir fırsat olarak hatırlayacağız. Siyasetin yeni bir mecrada akması için gerekli irade, partiler arasındaki ilişkileri hem üslup hem de muhteva bakımından Yenikapı ruhunun ekseninde tutacak bazı inisiyatiflerle de desteklenmelidir. Bu doğrultudaki diyalog köprülerini güçlendirecek mekanizmaların kuruluşu ve işleyişi ise ancak Cumhurbaşkanı, Başbakan ve siyasi parti liderlerinin sorumluluk üstlenmeleriyle mümkün.

İkinci olarak, Yenikapı’dan bir mefkûrenin doğabilmesi için meydanlardaki ruhun söze dökülmesi, siyasi ve sosyal hayatımıza yön verecek ilkelere dönüştürülmesi lazım.Milyonların üst başlığını, “millet olmak” şeklinde verdiği bu ruhun kurumlarımıza ve toplum hayatımızın muhtelif yönlerine sirayet ederek kalıcılık kazanması için aydın girişimlerinin, üniversitelerin, düşünce üreten diğer mahfillerin ve medyanın samimi gayretlerine ihtiyacımız var. Yapılması gerekenler listemiz hayli uzun. Ancak öncelikle, devlet ve millet hayatını epeyce daha zehirleme potansiyeline sahip “şüphe” virüsünü bertaraf edecek bir “güven” ikliminin maddi ve psikolojik alt yapısını tasarlamalıyız. Bunun için, 15 Temmuz’dan çıkaracağımız derslerle devletin yeniden yapılandırılmasından dini hayatın örgütlenişine, ekonomiden eğitime kadar pek çok alanda düzenlemeler ve başlangıçlar yapmak zorundayız. 7 Ağustos ruhundan kalıcı bir mefkûre ancak böyle inşa edilebilir.

Bu tartışmalar esnasında, çok ciddi bir iç ve dış tehlike çemberiyle kuşatıldığımızı ve güvenlik sektöründeki kurumlarımızın ağır hasarlı olduğunu da unutmamalıyız. Küre ölçeğinde hayli zamandır ekilen kin ve nefret tohumlarının en kanlı meyvelerini vermeye başladıkları bir dünyada, cehenneme çevrilen bir coğrafyanın ortasındayız. Büyük güçler arasında basamak basamak yükselen gerilim ve rekabet, sınırlarımızın hemen dibindeki çatışmaların çehresini değiştiriyor. Neredeyse tüm önemli devletlerin şu ya da bu büyüklükteki askeri unsurları, değişik vesilelerle etrafımızdaki bölgelerde mevzileniyor. Eş zamanlı olarak da; PKK, DHKPC, DAEŞ, FETÖ gibi etnik ve dini motifli terörün türlü biçimleri art arda can evimize nişan alıyorlar. Türk milleti, yeniden ateşle imtihanının muhtelif safhalarını yaşarken 7 Ağustos ruhu gibi tekrarı çok zor bir fırsat yakaladı. Bu fırsatı heder etmemek, çatısı altında herkesi toplayabilecek bir “Devlet” tasavvuruna açılan Yenikapı’yı ayakta tutmak mecburiyetindeyiz...

Zor Zamanlarda Millet Olmak...

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

Türk milleti, yeniden ateşle imtihan ediliyor. Cenab-ı Allah'ın yardımı ve kahraman dedelerimizin cansiparane fedakârlıkları sayesinde büyük bir yeryüzü yangınından kurtararak bugünlere taşıdığımız Türkiye’miz, belirli açılardan yüzyıl önce yaşadıklarımıza benzeyen tehditlerle karşı karşıya. Küre ölçeğinde hayli zamandır ekilen kin ve nefret tohumlarının en kanlı meyvelerini vermeye başladıkları bir dünyada, cehenneme çevrilen bir coğrafyanın ortasındayız. Büyük güçler arasında basamak basamak yükselen gerilim ve rekabet, sınırlarımızın hemen dibindeki çatışmaların çehresini değiştiriyor. Neredeyse tüm önemli devletlerin şu ya da bu büyüklükteki askerî unsurları, değişik vesilelerle etrafımızdaki bölgelerde mevzileniyor. Bu yüzden PKK, DHKPC, DAEŞ, FETÖ gibi etnik ve dinî motifli terörün türlü biçimlerinin art arda canevimize nişan alışları bir tesadüfün eseri değil.

 

Tarih bir kez daha makas değiştirirken geleceğimize kasteden bu dev fitne dalgasını bertaraf edebilmek için “millet olma şuuru” gibi manevi direnç kaynaklarımızdan beslenmeye muhtacız. Yaşadıklarımızın ışığında millet üzerine tefekkür etmek, bu kuvvet pınarından layıkıyla faydalanmamızı kolaylaştıracaktır.

 

“Millet”i anlamak için yürütülen çalışmalar ve yapılan akademik tartışmalar, muazzam bir literatür oluşturuyor. Bu ummanı kulaçlamaya başlayanlar, kısa sürede şunu fark ederler. Kütüphane raflarını dolduran binlerce cilt, bir temel soru etrafında kaleme alınmıştır: “Tek tek fertler, millet ölçeğinde ‘biz’ şuuruyla birbirlerine nasıl bağlanırlar?” Buna verilen en önemli cevaplardan biri, Türkiye’mizi darbe terörüne karşı kenetleyen birlik ruhuna benzer örneklere dayanır. Büyük buhranlar, milletleri doğuran ana rahmidir. 15 Temmuz gecesi, tesadüf eseri yan yana gelmiş yığınlar değil de “biz şuuru”na sahip bir millet olduğumuz için ufkumuza çöken karanlığa teslim olmadık. Omuz omuza verilen bu mücadelenin hatıraları da “biz şuurumuzu” geleceğe taşıyacak yeni bir manevi enerji üretiyor. Yani, millet olduğumuz için tehditlere karşı ortak refleksler gösterebiliyoruz. Sergilediğimiz müşterek tavırların gönlümüze işlenen hatıraları sayesinde de millet kalabiliyoruz.

 

Bu çift yönlü ilişkiyi daha iyi kavrayabilmek için yüz yıl önce lügatimize giren bir kavramı hatırlamalıyız: mefkûre. Büyük bunalımlar mefkûrelere, mefkûreler de milletlere hayat veriyor. Bize, mefkûrelerin tıpkı 15 Temmuz gecesi ve sonrasındakiler gibi “galeyanlı toplantılar”da doğduğunu ve millete “ruh üflediğini” Gökalp göstermiştir. Rahmetli Nevzat Kösoğlu, bu düşünceyi şu şekilde ifade eder: “Bir millet büyük bir felakete uğradığı, varlığı tehlikeye düştüğü zaman ferdî şahsiyetler silinir, herkesin ruhunda millî şahsiyet yaşar. (...) Felâketler kalpleri birleştirir, tek yürek yapar; bundan mefkûre doğar ve daha sonra dal-budak salar, çiçeklenir, yeni kurumlar oluşturur.”

 

Büyük tehlikelerin tetiklediği heyecanlı toplantılar, gündelik hayatın ve yıpratıcı siyasi kavgaların parçalayıp dağıttığı insanları, yeniden güçlü duygularla kenetlenmiş bir millet hâline getirebilir. Böyle zamanlarda fertler, aralarındaki ortak bağları hissederler ve benliklerinin derinliklerinden kopan coşkuyla bir milletin evladı olduklarını idrak ederler.

 

Yeni bir mefkûrenin doğuşu için gerekli böyle bir enerji, darbe terörünün tetiklediği, Anadolu'nun en ücra bölgelerine kadar yayılan gösterilerde kendisini açığa vuruyor. Gelip geçici olmaması, toplumsal dokumuz ve kurumlarımızdaki tahribatın tamirini kolaylaştırarak kalıcı sonuçlar doğurması, bazı faktörlere bağlı. Bunların başında da “millet mefkûresi”nin doğru anlaşılması, ne olduğu kadar ne olmadığının da iyi bilinmesi geliyor.

 

Millet, birbirlerini “eşit onur”da kabul eden insanların kader ortaklığıdır. Milleti var eden objektif unsurlara dair listelerde sıralanan dil, din, tarih ve kültür gibi unsurların hepsi, bu neticenin sağlanmasına hizmet ettikleri ölçüde “millet mefkûresi” bakımından değerlidirler. Ancak örneğin kelimeler, gönülleri birleştirmek yerine komşuyu komşudan ayıran nefret ideolojilerinin emrinde birer savaş aracına dönüşmüşlerse aynı dili konuşmak, millet olmamıza yetmez. Yahut, mukaddes dinimizin yüce ilkeleri, yüzünü aynı kıbleye çeviren insanlar arasına husumet sokmak için tahrif ediliyorsa sadece lafızda kalan dindaşlığımız millet olmamızı sağlamaz. Uzun asırlar boyunca aynı devletin çatısı altında yaşayarak ürettiğimiz müşterek tarihin hatıraları, sürekli kavgaların malzemesine dönüştürülüyorsa millet olmanın huzurunu yüreklerimizde hissedemeyiz. Söz konusu durum, köken ve akrabalık bağlarımız bakımından da geçerlidir. Bu yönüyle millet, her gün farklı kesimlerden millettaşlarımızla kurduğumuz ilişkiler esnasında yenilenen gündelik bir referandumdur. Birliğimizi ve istikbale beraberce yürüme irademizi, karşılıklı olarak sergilediğimiz tavırlarla her gün yeniden oylarız.

 

Türk milleti mefkûresine saldıran farklı renklerdeki terör örgütleri, ideolojik tuzaklarını işaret ettiğimiz noktalar üzerine kuruyorlar. Bunlarla layıkıyla mücadele edebilmek için bölücü ve yıkıcı unsurların yaslandıkları zihniyet dünyalarını doğru tahlil edebilmeliyiz.

 

Ayrılıkçı terör örgütleri, millet çatısı altındaki zenginliklerimiz olan etnik kimlikleri çatışma sebebi hâline getirmeye çalışıyorlar. Millet, farklılıklarımızla ortaklıklarımızı uyum içinde tutarak bize barış, zenginlik ve huzur dolu bir dünyanın kapılarını açar. Millet hayatı, komşularımızla etnik kökenlerini tehdit saymadan ilişki kurmamızı temin eder. Devlet dairesinde karşımıza çıkan görevlinin, çarşıda alışveriş yaptığımız esnafın kökenini merak etmeyiz. Millet hayatı, okullardan kışlalara çok geniş bir sosyal kurumlar yelpazesi içinde bizi buluşturur. Yalnızca doğduğumuz yörede değil, vatanımızın her yerinde “evimizde” hissetmemizi sağlar. Büyük bir ekonominin ve güvenli bir ülkenin nimetlerini önümüze koyar. Üstelik millet, küreselleşme süreçlerinde görüldüğü gibi, dış dünyadan gelen tahrip edici etkilere karşı bir dalgakıran rolü üstlenerek etnik kimlik ve kültürlerin varlıklarını sürdürmelerini de kolaylaştırır. Millet hayatı, dışarıya karşı bu koruma işlevini ifa edip beşerî çoğulculuğu desteklerken içerde de etnik kimlikleri millet mefkûresiyle ve birbirleriyle temasa sokarak ortak renklere boyar ve “saçaklandırır”. Ortak renklere boyanma, vatan toprakları üzerindeki ailevi, sosyal, ekonomik, siyasi vb. ilişkiler ağının, aynı müesseselerle uzun müddet sürdürülen etkileşimin, paylaşılan acılar ve mutluluklar tarafından asırlar boyunca inşa edilen tarihî hafızanın sonucudur. Saçaklanma, millet hayatı içerisinde ortak renklere boyanma süreci esnasında gerçekleşir. Millet çatısı altında muhtelif etnik aidiyetlerden insanlar, birbirleriyle yoğun temas imkânı bulurlar. Etnik gruplar, diğer kesimlerle temas ettikleri noktalarda köprü işlevi gören saçaklar geliştirmeye başlarlar. Bu süreç, etnisitelerin mahiyetini de değiştirir. Zamanla, etnik grupların değişik ülkelerde ayrı millet hayatları yaşayan mensupları arasındaki farklılaşma, ileri düzeylere ulaşır. Değişik etnik kökenlerden gelmekle birlikte aynı millet hayatının paydaşı olanlar ise birbirlerine yakınlaşırlar. Millettaşlık, etnik aidiyetin gücünü aşan bir mensubiyet şuuru üretir.

 

Ayrılıkçılık, etnik kimlikleri millî kimliğin ve diğer etnik kimliklerin “rakibi” hâline getirmek suretiyle bu dengeleri değiştirmeyi, uyumu bozmayı hedefler. Böylelikle de çatışmaların önünü açar. Bu yüzden, Türk milleti mefkûresi bakımından mesele teşkil eden husus, etnik çeşitliliğin doğal kültürel tezahürleri değil, etnik aidiyetlerin diğer etnik kimliklerle ve millî aidiyetle yarıştırılması, birbirleriyle zıtlık ilişkisi esasında konumlandırılmasıdır. Bu tehlikeyi, dikkatleri sürekli etnik farklılıklara çekerek değil, işlevi bizi birbirimize kenetlemek olan millî kimlik ve kültürümüzü güçlendirip kamu hayatında vurgulayarak aşabiliriz. İşaret ettiğimiz hususun anlaşılması hayati derecede önemlidir. Aksi takdirde Türkmen, Kürt, Çerkez, Arap vb. etnisitelerin doğal kültürel hususiyetleri bahane edilerek birbirlerinin ve Türk milleti mefkûresinin rakiplerine dönüştürülüp çatışmaya itilmeleri engellenemeyecektir.

 

Türkiye’mizi hedef alan diğer büyük tehdidin, dinî motifli terörün muhtelif renkleri arasında farklılıklar bulunsa da iki temel ortak nokta dikkatlerden kaçmıyor. Bunlardan ilki, dinî grubun kendisini radikal biçimde “millet”in dışında ve üstünde tarif etmesidir. Yukarıda önemine işaret ettiğimiz “eşit onura sahip sayılma”, cemaatin/örgütün yalnızca iç ilişkileriyle sınırlanmakta, geniş halk kesimleri ise ya kurtarılacak ya da kurtulunacak yığınlar olarak görülmektedir. DAİŞ gibi örneklerde bu tutum, örgüt ideolojisinin merkezine açıkça yerleştirilmektedir. Örgütün doğru saydığı biçimde inanıp yaşamayanlar tekfir edilirken, farklı inançların mensuplarını da ortak kader duygusu etrafında birleşmeye çağıran millet anlayışı şiddetle reddedilmektedir. Grup içinde kullandıkları dili, dışındakinden ayrıştıran cemaatlerde ise durum daha karmaşıktır. Kitlelere hitap edilirken başvurulan son derece kuşatıcı ve hoşgörülü yaklaşım tarzı, çekirdekteki müntesipler arasında yerini seçilmişlik inancına bırakır. Buna göre, yozlaşmış kabul edilen kitleler kendilerine uzanacak seçilmiş elleri beklemektedir. Grup içi motivasyonu yüksek tutan bu söylem, dış dünyayla ilişkiler çatışmalı bir karakter kazandığında güçlü düşmanlık duyguları üretebilir. 15 Temmuz gecesi, sivilleri merhametsizce tarayan gözü dönmüş terörü anlamaya çalışırken bu hususu gözden kaçırmamamız gerekiyor. Sokaklarda ölüm kusan namlular, ateş ettiklerinin kendileriyle eşit onura sahip millettaşları olduğuna inansalardı, Türkiye’mizi derinden sarsan bu cinayetlere kalkışabilirler miydi?

 

İkinci ortak nokta ise din duygusunun dünyevi zenginleşme amacıyla istismarıdır. Kur’an-ı Kerim’de açıkça lanetlenen bu kötülük, tarih boyunca sık sık karşımıza çıkar. 12. yüzyılda yaşayan Hoca Ahmed Yesevî, Hikmetler’inde yüce dinimizi şahsi menfaatleri için kullanan “ahir zaman şeyhleri”nden şikâyetçidir. 18. yüzyılın başında ünlü tarihçi Naima, Devlet-i Aliyye’nin başına musallat olan belaları anlatırken İslam’ı dünyevi emellerine alet eden, züht ve takvayı mal toplama aracına dönüştüren düzenbazların şerrinden Allah’a sığınır. İnsanlığın hafızasında benzerleri derin yer etmiş dersleri, yaşadığımız acı tecrübelerle bir kez daha idrak ediyoruz. Dindar gençler yetiştirmek gerekçesiyle kurulan dayanışma ağlarının ticari zenginleşme ile bürokratik ve siyasi kudret devşirme vasıtalarına dönüşümü, dehşet verici sonuçlar doğuruyor. Biriken gücü koruma ve arttırma motivasyonunun tahrik ettiği kavgalar, meyvesi ihanet ve darbe terörü olan nefret bataklıkları üretiyor. Bu sebeple, FETÖ’yü ortaya çıkaran sürecin samimiyetle tahlil edilmesi, gelecekte benzer faciaların tekrarlanmaması için yapılması gerekenler listesinin ön sıralarında yer alıyor.

 

Son olarak, şu gerçeklerin altını bir kez daha çizmek gerekir. Türkiye’mizin ufkunda biriken kara bulutların kolay dağılmayacağı bir çağdayız. Arkası kesilmeyen saldırılara karşı direncimizi arttırabilmek için elimize geçen millî bünyemizi kuvvetlendirme fırsatlarını iyi değerlendirmeliyiz. Bu açıdan bakabilirsek, sinemizde derin yaralar açan 15 Temmuz sürecinin ortaya çıkardığı millî refleks ve enerji, bizi yeni bir mefkûre dönemine taşıyabilir, tahrip olan kurumlarımızı dünün yanlışlarından sıyrılarak onarmak için bir milat teşkil edebilir. Sırtını, ay yıldızın gölgesinde “eşit onura sahip” mutlu insanlara dayayan bir geleceğe yürümek istiyorsak millet olmanın değerini, tarih şuuru ve vatan sevgisinin önemini ruh hafızasına kazımış bir halkın desteğine de muhtacız. Suriye ve Irak’taki dehşetin, vatanını yitirenlerin her gün şahit olduğumuz çilelerinin Türkiye’mizde tekrarını istemediği için meydanları dolduran gelincik denizi, bizi ümitvar olmaya davet ediyor...