30 Haziran 2016 Perşembe

“İç Çatışmadan Yeryüzü Yangınına”: Suriye Savaşı’nın Küresel Bağlamı Üzerine Düşünceler

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

Suriye savaşı, tartışmasız biçimde 21. yüzyılın şimdiye dek gördüğümüz en büyük insanî dramına sebep oldu. Düştüğü yerden çok daha ötesini tutuşturabileceğini ispatlayan bu ateşin bölgesel ve küresel sonuçları tüm çıplaklığıyla ortada. Suriye ve Irak’a akan “yabancı savaşçılar” ve çatışma bölgesini terk etmeye çalışan mülteciler, Ortadoğu’nun kalbindeki “cehennem coğrafyası” ile yeryüzünün dört bir tarafını doğrudan ilişkili hâle getirdiler. Suriye çölleri ile Paris, Londra, Pekin, Berlin, New York, Tokyo ve diğer dünya şehirlerinin güvenliği birbirine bağlanmış vaziyette. Karşımızda herkesin değişik parçalarını önemsediği muazzam bir sorunlar ve bilinmeyenler yumağı var.

Yalnızca Suriye içi ve bölgesel dengeleri tahlille yetinmeyip savaşın küresel sistemdeki değişim süreçleriyle ilişkisine de odaklanmak, bu yumağı çözmeye çalışanlara epeyce yardım edebilir. Kendisini “dün”le bağlantı içinde kuran “yarın”ı anlamamızı kolaylaştıracak böyle bir perspektiften Suriye’ye baktığımızda ise karşımıza iyi incelenmesi gereken üç halkalı bir zincir çıkıyor. Küresel sistemin bir “güç geçişi” aşamasında olduğunu gören ve dış politikasının ana omurgasını bu gerçekliğe oturtmak isteyen Obama yönetiminin “müdahalesizlik” siyaseti, Suriye krizinin önce iç savaşa, ardından da bölgesel ve küresel boyutları gittikçe ağırlık kazanan bir yangına dönüşmesini kolaylaştırdı. Uzayıp küre ölçeğinde etkiler doğuracak bir çehreye bürünen çatışmanın sunduğu fırsatları ve “güç geçişi” sürecini temelde Çin odaklı düşünen Amerikan stratejisindeki boşluğu fark eden Rusya’nın hamlesi, Suriye iç savaşının dengelerini ve parametrelerini değiştirdi. Zincirin son halkasında ise ABD’nin “güç geçişi” dönemiyle ilgili planlarında Rusya’ya atfettiği daha ikincil pozisyonu revize edişi ve bunun Suriye’nin geleceğine muhtemel yansımaları yer alıyor.

***

“Güç geçişi”, uluslararası ilişkiler disiplininin büyük güçler arasındaki münasebetleri merkezine alan gençlik dönemi literatüründen miras kalan bir kavram. A.F.K. Organski, 1958’de yayınlanan World Politics adlı eserinde sanayi çağı sonrası dönem için güç geçişini tarife çalışır. Ekonomik, askeri ve siyasi ihtiyaçların modern milletleri uluslararası düzenler oluşturacak biçimde birbirlerine bağımlı hale getirdiğine dikkat çeker. Uluslararası düzenler, aktörlerine uymaları gereken norm ve kuralları öğretir, sistemdeki güç hiyerarşisini kabullenmelerini sağlar. Organski, uluslararası düzeni bir piramit şeklinde tasvir eder. Tepede en kuvvetli millet vardır. Onu, büyük güçler izlemektedir. Ardından orta büyüklükteki güçler, küçük güçler ve sömürgeler gelir. Devletler, “güç” ve “uluslararası düzen içindeki konumlarından memnun olma” kriterlerine göre ayrıca sınıflandırılırlar. Sistemdeki pozisyonundan memnun olmayan bir büyük güç, özellikle ekonomik parametreler bakımından lider ülkeye yaklaşmışsa, çatışmalı yaşanabilecek “güç geçişi” süreci de başlamış olur.

2000’lerde Organski’nin çizdiği çerçevenin  Çin’le bağlantılı tartışmalar sebebiyle hatırlanarak güncellendiğini görüyoruz. Çin’in ABD’ye bir tehdit arz edip etmeyeceğinin Organski’ye referansla tartışıldığı yerler arasında “U.S. Army War College” gibi ABD’deki bürokratik karar alma mekanizmalarıyla bağlantılı kurumlar da yer alıyor.(1)

“Güç geçişi” perspektifinden bugüne baktığımızda, uluslararası düzendeki liderlik pozisyonunu korumak için ABD’nin iki ana hedefe yöneleceğini düşünebiliriz. Bunlardan ilki, meydan okuma potansiyeline sahip büyük güçle aradaki ekonomik mesafeyi arttırırken askeri bir hamleyi caydıracak alt yapıyı ve ittifaklar sistemini inşa etmektir. Diğeri ise, muhtemel meydan okuyucuya sistemde daha geniş bir yer açarak tatmin sağlamak, böylelikle de çatışma motivasyonunu zayıflatmaktır.

***

Suriye Krizi’nin ivme kazandığı konjonktür, Obama yönetiminin bir güç geçişi dönemine girildiğini kabul ederek Amerikan dış politikasının eksenini Asya’ya kaydırdığı zaman dilimine denk düştü. Amerikan liderliğine meydan okuyabilecek en muhtemel aktör olarak Çin’i gören Washington, aradaki ekonomik mesafenin açılmasını ve Uzakdoğu’da caydırıcı bir güvenlik mimarisinin inşasını gerekli görüyordu. Ortadoğu'da doğrudan ve kapsamlı müdahalelerden vazgeçilişi, tasarruf ettireceği ekonomik ve askeri kaynaklarla bu hedefi destekleyecekti. ABD, “geriden liderlikle” bölgedeki çıkarlarını korurken enerjisini sonu belirsiz savaşlarda tüketmek zorunda kalmayacaktı.

Ancak, müdahalesizlik de Washington’u rahatsız eden güç geçişi dönemi dinamiklerini yavaşlatıcı değil hızlandırıcı bir rol oynadı. Suriye iç savaşının ürettiği kitlesel göç ve küresel terör gibi sonuçlar, mimarı ABD olan uluslarası düzenin kendini dayandırdığı norm ve kurallar ile Washington’un itibarını iyice aşındırdı. Bu atmosferde ABD’nin geriden liderlikle Ukrayna ve Suriye'de yürüttüğü süreçler, güç geçişi dönemini yaygın olarak öngörülen güzergâhın dışında bir mecraya doğru sevkedecek gelişmeleri tetikledi. ABD, muhtemel meydan okuyucuları tespit ederken, kuvvetli ve çeşitlenmiş bir ekonomik yapıya sahip olmaması sebebiyle Rusya'ya etkinliği yalnızca belirli coğrafyalarla sınırlı bölgesel bir güç nazarıyla bakmaktaydı. Ancak Moskova, Sovyetler’den miras askeri yeteneklerinin restorasyonuyla yapabileceklerini Ukrayna / Maiden hadiselerinden itibaren sergilemeye başladı. Putin’e Suriye'ye gidecek cesareti, kısmen de olsa Kırım’ın ilhakına engel olunmayışı verdi.

Rusya’nın Esed rejimine destek için Suriye'ye müdahalesi, Çin’i güç geçişi sürecinin tek kayda değer meydan okuyucusu sayan Amerikan yaklaşımını değiştirmeye başladı. Rusya da gayet etkili jeopolitik hamleler yapabiliyordu. Bu tespiti, eş zamanlı iki politikanın devreye sokuluşu izledi. Bunlardan ilki, meydan okuyan aktörü sisteme dahil ederek hoşnutsuzluğunu hafifletmeyi hedefliyordu. Rusya, Suriye'de ABD’nin kendisi olmadan düzen sağlayamayacağını göstererek büyük güç statüsünün ve bağlantılı çıkarlarının tanınmasını istiyor. ABD, Suriye merkezli müzakerelerde Rusya’ya arzu ettiği statüyle uyumlu bir alan açarken, Doğu Avrupa ve gerilimin yükseldiği diğer bölgelerde ise farklı bir tutum takınıyor ve askeri hazırlıklar yapıyor. Ancak, havuç ve sopa ile Rusya'ya uluslararası düzenin meşru sayacağı ve saymayacağı çıkar alanlarının kabullendirilmesi çabası, ABD açısından bir çok riski de bünyesinde barındırıyor. Örneğin, hem en baştan varsayıldığı üzere Uzakdoğu'da, hem de dünya sistemi açısından önemli kabul edilen Avrupa ve Ortadoğu gibi bölgelerde gerilim ve çatışmaların eş zamanlı biçimde tırmanışı senaryosu, bir ihtimal olarak masada.

Bu noktada zincirimizin muhtemel gelecekle ilgili üçüncü halkasına geliyoruz. Artık güç geçişi sürecinin rakip aktörleri, birbirlerini hibrid savaş stratejileriyle hedef almaya başlıyorlar. Klasik askeri yetenekleri, özel kuvvet harekatlarını ve enformasyon savaşlarını sentezleyen hibrid stratejiler, gerilimin kademeler halinde yükselişini destekliyor. Büyük güçlerin bir kriz bölgesinde çatışmaya adım adım yaklaşırken diğer kriz bölgesinde çözüm ortağı rolüyle hareket etmeleri, gün geçtikçe zorlaşıyor. Bu sebeple Suriye, büyük güç rekabetinin tâlî değil sıcak cephe hatlarından birine dönüşme tehlikesiyle yüz yüze. Rusya'yı, dışlandığını düşündüğü uluslararası düzene dahil etme stratejisinin merkezine yerleştirilen önemli bir ortak çıkar, IŞİD vb terör örgütlerine karşı mücadeleydi. Söz konusu tehdit azalırken, özellikle Doğu Avrupa merkezli gerilim artmaya devam ederse büyük oyuncuları karşı karşıya getirecek senaryolar da daha fazla gündemimize girebilir. Bu durumda Suriye, iç savaşın kendi ürettiği dinamiklerin dışında, küre ölçekli bir çağ yangını/yangınla çağ değişimi sürecinin önemli savaş alanlarından birine dönüşebilir. Yerel ve bölgesel aktörlerin pozisyonlarını büyük güçler arasındaki gerilimin seyrine göre belirleme ihtiyacını daha fazla hissedecekleri bu denklemde iç savaşı bitirme/bitirmeme iradesi de neredeyse tamamen Suriye ve bölge dışındaki başkentlere aktarılmış olacaktır. 

___________________________________

(1) David Lai, The United States And China In Power Transition, U.S. Army War College Strategic Studies Institute, 2011.

18 Haziran 2016 Cumartesi

Krizdeki Küreselleşme(cilik) - I: Yeni Bir Milletler / Milliyetçilikler ve Büyük Mücadeleler Çağı'na Doğru Mu?

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

Dünya siyasetinin mantığıyla ilgili eski kanaatlerini 1990'larda kökten reddedenlerin ve aynı dönemde uluslararası ilişkiler eğitimine başlayanların ezberlerini zorlayan önemli gelişmelerle yüz yüzeyiz. Toplum, ekonomi, siyaset gibi alanlardaki değişimleri zamanı ve mekanı sıkıştıran teknolojik yeniliklere referansla açıklamak yahut söz konusu alanları bilinçli çabalarla dönüştürmek için kullanılan "küreselleşme" paradigması, şimdiye kadarki en ciddi krizini yaşıyor. Krizi fark etmemizi kolaylaştıracak analitik anahtar, küreselleşme ve küreselleşmecilik kavramları arasındaki nüansta gizli. İlkini; Doğu Bloku'nun çözülüşü gibi siyasi hadiselerle finans akışlarının muazzam boyutlara ulaşması, üretim mekanlarının coğrafyasındaki  kaymalar, internet, uydu yayıncılığı, cep telefonları, ulaşım ve taşımacılığın hızlanırken ucuzlaması gibi hayatlarımızın maddi çehresini temelden şekillendiren olgulara dayalı yenilikler şeklinde tarif edebiliriz. İkincisi ise, bahsettiğimiz olgusal zeminin devletleri ve toplumları kaçınılması imkânsız biçimde küresel kalıplara dökeceği tezine dayalı bir ideolojik kurgudur. Ortaya çıkan yeni alt yapının üst yapıyı tek biçimli bir güzergâhta belirleyeceği iddiası, sürecin erken aşamalarından itibaren "alternatif küreselleşmeler"e dair tezleri gündeme taşımıştı. Ancak karşımızdaki dünya manzarası, küreselleşme paradigması başlığı altında toplayabileceğimiz bu türden tartışmalardaki hâkim perspektiflerin öngördüklerinden de bambaşka bir gerçekliği resmediyor. Küreselleşmeyi üreten olgular, küreselleşmeci elitlerin/grupların inşa etmek istedikleri kurgulara hayat vermedi. Yeni bir istikbale, zorlu bir geçiş dönemine doğru ilerliyoruz.
Ufkumuzdaki muhtemel geleceğin belirmekte olan parametrelerini ekonomiden siyasete pek çok sahada görmek mümkün. Ekonomik milliyetçiliğin her alanda yükselişi, küresel kurumların yüzleştikleri sorunlar karşısındaki acziyetleri, büyük güçler arasında hızla tırmanan rekabet gibi başlıklar, bu muazzam dalgalanmanın öne çıkan tezahürlerinden sadece birkaçı. Yazımızda, hayli genişletilebilecek bu listenin önemli boyutlarından birine değinerek sert esen yeni yeryüzü rüzgârının istikametine dikkat çekeceğiz.
Elimizdeki veriler, "Millî devletler ve kimlikler, küreselleşme karşısında ayakta kalabilecekler mi?" sorusunun tersinden tekrarlanması gereken bir çağa girdiğimize işaret ediyor. Ancak, bu verilere göz atmadan önce bir noktanın altını çizmemiz lazım. Evrenselci önermelere sahip olanlar dâhil tüm siyasi düşünce sistemleri, yerel bağlamlarda farklılaşan nitelikler ve vurgularla karşımıza çıkarlar. Bu anlamda, ölçeği dünya olan bir tartışmada liberalizm, sosyalizm vb.den değil, liberalizmler, sosyalizmler vb.den bahsetmek gerekir. Hatta hemen her ülkede, ortak siyasi terminolojiyi paylaşmalarına rağmen somut politikalar söz konusu olduğunda birbirlerine şiddetle muhalefet eden gruplara rastlarız. Bu husus, millî devletler ve kimliklerin gündeme geldiği her platformda karşımıza çıkan milliyetçilik için özellikle geçerlidir. Bu çeşitlilik, küre ölçeğinde bir siyasi dalganın kabarışını bazı genel özellikleri merkeze alarak teşhise engel değilse de yükselen trendin anlamları üzerine yorum yapılırken ihtiyatlı davranılmasını gerektirir.  
Bir başka örnek üzerinden açıklamak gerekirse; "dinin yükselişi"yle ilgili anketlere dayalı küresel bir değerlendirme İslam, Hristiyanlık gibi dinler arasındaki ve bu dinlerin kendi içlerindeki farklılıkları ortadan kaldırmaz. Ancak, dünya nüfusunun bir önceki döneme göre inanç sistemlerine daha fazla/daha az yöneldiklerini gösterir. Her inanç sistemi ise küresel barışın tesisi, insani dayanışma, adalet vb. konularda kendi muhtevasının icaplarına göre tavır takınır. Elbette benzer bir durum, aşağıda ele alacağımız milliyetçi yönelişler bakımından da geçerlidir.
Dünya nüfusunun yaklaşık dörtte üçünü kapsayan altmış iki ülkede, beş yıllık dalgalar hâlinde yapılan "Dünya Değerler Araştırması"nın 2010-2014'e ait kısmı[1] millî kimliğe aidiyetle ilgili önemli sonuçlar ortaya koyuyor. "Millî kimliğinizle ne kadar gurur duyuyorsunuz?" sorusunu cevaplayanlar, ezici çoğunlukla "Çok gurur duyuyorum." seçeneğini işaretlemişler. "Oldukça gurur duyuyorum." diyenlerle birlikte bu oran %85-90 bandında dolaşıyor. Sorunun, yalnızca millî kimliklere aidiyeti değil, aidiyetten duyulan hoşnutluğu/hoşnutsuzluğu ölçüyor oluşunu da dikkate alırsak küreselleşme sürecinde millî kimlikleri yıpratmayı hedef alan yoğun propagandanın, dünya nüfusu arasında kitlesel karşılık bulamadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sık sık millî devletlere alternatif somut bir model olarak gösterilen AB'yle ilgili veriler de küreselleşmeci ideolojinin başarısızlığını teyit ediyor. Bir AB kuruluşu olan Eurobarameter'in araştırmasına göre; günümüzde kimliğini yalnızca Avrupalı olarak tanımlayan AB vatandaşlarının oranı sadece %3'tür. Buna mukabil, nüfusun %46'sı kendisini hiçbir Avrupa referansı yapmaksızın yalnızca mensubu olduğu millî kimliğe ait hissediyor. Kimliğini tarif ederken başat bileşen olarak "millî aidiyetini" görmekle beraber Avrupalılığa da yer açanların oranı %41. Avrupalılığı önemserken millî kimliğini de unutmayanlar ise nüfusun %7'sini teşkil ediyor.[2] Bu rakamların anlamını layıkıyla idrak edebilmek için II. Dünya Savaşı'ndan bu yana "Avrupalılık" kimliğinin inşası maksadıyla yürütülen sistemli faaliyetleri ve tahsis edilen muazzam kaynakları hatırlamalıyız. Zenginliği ve eğitimli nüfusuyla Avrupa, yeryüzünün millî kimliklere meydan okuyabilecek yeni aidiyetlerin inşasına en açık coğrafyasıdır. Bu müsait zeminde devlet adamlarından büyük sermaye sahiplerine uzanan yelpazede etkin çevreler, on yıllar boyunca büyük gayretler sarf ettiler. AB'yi; bayrağı, marşı, anayasası, parası ve ordusuyla millî devletlerden sürekli egemenlik transfer ederek şekillenecek bir yapı olarak inşaya çalıştılar. Millî kimliklerin aşındırılarak aşılması, küreselleşme sürecinde ilave simgesel değer kazanan projenin nihai başarısı bakımından gerekli sayılıyordu. Ancak, Eurobarameter araştırmasının sonuçları, zorlu ve uzun on yılların ardından millî kimliklerin zindeliklerinden bir şey yitirmeksizin yerlerinde durduklarını gösteriyor. Ekonomik vb. hoşnutsuzluklar arttıkça bu zinde kimlikler, parçalanma yönündeki eğilimlerin de doğal dayanaklarına dönüşüyor. Nitekim, hafızalarda hep üyeliğe kabul referandumlarıyla yer eden AB'de ilk Birlik'ten çıkış referandumunun Avrupalılık kimliğine çok az iltifat eden İngiltere'de yapılacak oluşu bir tesadüf değil.
Diğer Avrupa ülkelerindeki aşırı sağ/popülist hareketlerin kuvvetlenişi de AB projesinin  varlığını borçlu olduğu, II. Dünya Savaşı sonrasına ait elitler arası mutabakatı ciddi biçimde sarsıyor. Programları bakımından farklılıkları bulunsa da neredeyse tamamı küreselleşmenin değişik sonuçlarına, bu arada da AB'ye karşı olan partiler, hızlı bir yükseliş ivmesi içindeler. Birkaç örnek vermemiz gerekirse; Avusturya'da Özgürlük Partisi son Başkanlık seçimlerinin ikinci turunda %49.7 oy aldı. Polonya'da Hukuk ve Adalet Partisi %39 oyla hükûmeti kurdu. Macaristan'da Orban Viktor'ın ard arda kazandığı seçimlerden rahatsızlık duyan AB yetkilileri, daha aşırı kabul ettikleri Jobbik'in partisinin 2014'te %20 çıtasına ulaştığını gördüler. Fransa'da Marie Le Pen'in Ulusal Cephesi 2015'teki seçimlerde oylarını %27’ye taşıdı. Almanya'da, "Almanya için Alternatif" partisi, 2016 Mart'ında girdiği seçimlerde %25 nispetinde bir halk desteğini arkasına alabildi.[3]
Küreselleşmenin ve farklı renkleriyle küreselleşmeci ideolojinin motor gücü ABD'deki gelişmeler de Avrupa'dakilerden aşağı kalmıyor. Obama'nın 2015 Nisan’ında Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında yaygınlaşan küreselleşme karşıtlığına dikkat çeken açıklamaları, Başkanlık için yürütülen ön seçim kampanyalarındaki tartışmaların habercisiydi.[4] Demokrat Parti'de Hillary Clinton'a karşı umulmadık derecede başarılı bir kampanya yürüten Sanders, Michigan gibi eyaletlerdeki zaferlerini küreselleşme karşıtı tutumunun kitlesel karşılık bulmasına bağlıyor.[5] "Serbest ticaret bizi öldürüyor! Küreselleşme bizi öldürüyor!" diyen Trump'ın anketlerdeki hızlı yükselişi de küreselleşme karşıtlığının, küreselleşmeciliğin anavatanında kazandığı popülariteyi göstermesi bakımından önemli.[6] Uzun yıllar boyunca küreselleşme, her alanda duvarların yıkılışı metaforu üzerinden anlatılmıştı. Şimdi ise Amerikan halkının kayda değer bölümü, en önemli seçim vaatleri arasında Meksika sınırına 1600 km uzunluğunda duvar örmek olan bir Başkan adayını destekliyor; "Amerika'yı yeniden büyük yapmak" gibi milliyetçi bir sloganı alkışlıyor.[7]
ABD'nin kendisine en büyük rakibi saydığı Çin'de de karşımıza benzer bir manzara çıkıyor. Kültür Devrimi yıllarını hatırlayanlar için Çin Komünist Partisinin hayli zamandır Çin milliyetçiliğine açtığı alan oldukça manidar. Örneğin, bugün Çin hükûmeti daha önce büyük bir seferberlikle kültürel mirası tahrip edilen son Çin imparatorluk hanedanın tarihinin yazımı için 1600 akademisyeni görevlendirmiş vaziyette.[8] Çin Devlet Başkanı Xi Jinping'in Çin'in yeni dönemdeki hedefi ilan edilen "Çin Rüyası"nı, "Çin milletinin büyük yenilenişi/ihyası" şeklinde tarifi de, milliyetçi pusulanın Pekin'deki merkezî konumunu gösteren bir başka işaret.[9]
Diğer büyük güçlerin de benzer güzergâhları takip ettiklerini görüyoruz. Putin Rusya'sında milliyetçiliğin devlet politikalarına yön verme gücü hususunda herhangi bir tereddüt mevcut değil. Rus milliyetçiliğinin etnik ve daha geniş, devlet merkezli versiyonları arasındaki gerilimler zaman zaman nüksetse de Kırım'ın işgal ve ilhakı gibi gelişmeler aradaki ayrım noktalarının belirsiz hâle getirilmesine imkân veriyor.[10] Dünyanın en kalabalık demokrasisi diye anılan Hindistan'da milliyetçi BJP iktidarda ve milliyetçilik ile "milliyetçilik karşıtları" arasındaki tartışmalar, ülkenin aktüel gündeminin bir parçası.[11]Japonya'da da durum pek farklı değil. Başbakan Şinzo Abe'nin politikaları, Japon milliyetçiliğinin yeniden zuhuru olarak yorumlanıyor.[12]
Büyük güçlerin gündemlerindeki şu ya da bu yönüyle millî kimliklerle bağlantılandırılan tartışmaların yaygınlığı, milliyetçiliğin güçlenerek tarihe dönüşünün habercisi mi? Hiç şüphe yok ki, küreselleşmeciliğin simgesi "Davos Adamı" popülerliğini yitirirken yeryüzü rüzgârları müesses devletlere ait bayrakları kanatlandırıyor. Ancak, yüz yüze olduğumuz bu dalga hakkında kesin hükümler vermeden evvel bazı noktaların açıklığa kavuşturulması lazım.
Öncelikle şunu sormalıyız: Medya dilinin yahut siyasi polemiklerin "milliyetçi" diye tanımladığı örgütlenmelerin ne kadarı bu biçimde anılmak için gerekli özelliklere sahipler? Milletleri insanlık ailesinin doğal parçaları sayarken beşerî çoğulculuğu ve barış içinde bir arada yaşamayı mümkün kılacak adil bir küresel düzenin tesisini de hedeflemeyen akımları, gerçek nitelikleriyle uyumlu başka ifadelerle anmak daha yerinde olacaktır. Zira, yeni çatışmaları davet eden yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, çizdiğimiz insani çerçeveyi benimseyen milliyetçilerin de dert edinmeleri gereken meseleler arasında yer alıyor.
Ayrıca, dünyayı sarsan söz konusu değişim dalgasının akıbetiyle ilgili muhtelif senaryolardan hangisinin berraklık kazanacağını katiyetle kestirmek için zamana ihtiyacımız var. Son olarak şu noktayı not edelim: Batılı liberal düzeni küreselleşmeci ütopyayı terke zorlayan tarihî ve sosyolojik dinamikler, ideolojik ve siyasi temsilcilerinden görece özerk bir doğaya sahipler. Bu sebeple, müesses düzenin seçkinleri, mevcut konumlarına göre daha millî bir çizgiye çekilerek yükselen tepkileri yumuşatıp iktidarlarını sürdürebilirler. Ancak böyle bir stratejinin söz konusu elitler için bedeli, rakiplerinin seslendirdikleri bir kısım talepleri kabullenmektir. Dolayısıyla her hâlükârda önümüzdeki dönemde politika tercihlerinin daha fazla millîleşmesini beklemek gerçekçi olacaktır. Bundan daha ileri varsayımlarda bulunabilmek, dönmekte olduğumuz kritik kavşağı ve bizi bekleyen muhtemel geleceği layıkıyla idrak için ise başka parametreleri de tahlil çerçevemize ekleyerek tartışmayı sürdürmemiz gerekiyor...


[1] Dünya Değerler Araştırması, online very tabanı için bkz: http://www.worldvaluessurvey.org/wvs.jsp

[2] Alina Polyakova ve Neil Fligstein, “Is European integration causing Europe to become more nationalist? Evidence from the 2007–9 financial crisis”, Journal of European Public Policy, Volume 23, Issue 1, 2016, s.63

[3]http://www.nytimes.com/interactive/2016/05/22/world/europe/europe-right-wing-austria-hungary.html

[4]http://www.bloomberg.com/news/articles/2015-04-27/obama-warns-of-anti-globalization-sentiment-in-both-parties

[5] http://www.post-gazette.com/news/politics-nation/2016/03/11/Sanders-sees-backlash-against-globalization-one-reason-for-Michigan-primary-win/stories/201603110275

[6] http://dailybail.com/home/trump-free-trade-and-globalization-are-killing-us.html

[7] https://www.washingtonpost.com/politics/trump-would-seek-to-block-money-transfers-to-force-mexico-to-fund-border-wall/2016/04/05/c0196314-fa7c-11e5-80e4-c381214de1a3_story.html

[8] Ady Van den Stock, “History and Historical Consciousness in Contemporary China: Political Confucianism, Spiritual Confucianism, and the Politics of Spirit”, Interpreting China as Regional and Global Power Nationalism and Historical Consciousness in World Politicsiçinde, (ed.) Bart Dessein, Palgrave, 2014, s.46

[9] http://www.xinhuanet.com/english/special/chinesedream/

[10] Rus milliyetçiliğinin güncel eğilimleri için bkz. Pål Kolstø ve Helge Blakkisrud (ed.), The New Russian Nationalism Imperialism, Ethnicity and Authoritarianism 2000–2015, Edinburgh University Press, 2016.

[11] http://m.thehindu.com/news/national/bjp-raises-pitch-on-nationalism/article8375123.ece

[12] http://www.theglobalist.com/japan-shinzo-abe-nationalism-germany/